25 Eylül 2010 Cumartesi

Ateş Su ve Ahlâk

Dünyayı iki renkten  -beyaz ve siyah- ibaret sayalım. “Hangisini tercih edersiniz?” diye bir soru ile muhatap olsanız, cevabınız sanırım “beyaz” olur. Çünkü beyaz, iyiliği, güzelliği temsil eder, ya da öyle kabul edilir. Peki bu durum herkes için geçerli midir? Galiba buna cevabınız “hayır” olur. Hayat tarzı olarak kendine siyahı seçenler için durum tam tersidir. Onlara göre de “siyah” iyidir.
İyi veya kötü kavramları kişiye, şartlara ve zamana göre değişkenlik gösterebilir. İyi kime göre iyi, kötü kime göre kötüdür?  Birisi için iyi olan bir başkası için kötü olabilir. Olaylara bakış açısı çok önemlidir.
Bir eğitimci gözüyle, reklamların çocuklar ve gençler üzerindeki olumsuz etkilerini irdelemek istiyorum. Amacım kimseyi rencide etmek veya mesleğini aşağılamak değildir. Böyle bir hakka asla sahip olmadığım gibi kimsenin de sahip olduğunu düşünmüyorum. Ancak, yapılan hataları da söylemek görevimizdir. Zira hedefimiz kişiler değil, yapılan hatalardır.
Televizyon ekranlarında yayınlanan reklamlarda, çocuğun ilgi alanına uzaktan yakından girmeyen unsurların barındırılmasını kabullenemiyorum. Bu reklamlara nasıl müsaade edildiğini de anlamıyorum. Patates cipsi reklamı en çok kimi ilgilendirir? Tabii ki çocukları. Peki, en çok çocukların ilgi alanına giren bir reklamda cinsel unsurların barındırılması hangi akıl ve mantıkla izah edilebilir?
Geçtiğimiz hafta bu gün “Anneler Günüydü”. Anneler kutsal insanlardır. Her anne bir kadındır ve kadınların toplumdaki yerleri ve konumları apayrıdır. Peki kutsal kabul ettiğimiz bir insanın cinselliğini nasıl olur da ticari kazanç sağlama adına çocukları ilgilendiren bir reklamda ön plana çıkartırız. Bunun altındaki sebep sadece ticari kazanç mı yoksa başka sebepler de mi var? Çocukların ahlâkını bozmanın en kolay yollarından biri mi yoksa?
Maalesef bu durum bir çok ürünün reklamında boy göstermektedir. Çikolata reklamında cinsellik, dondurma reklamında cinsellik, otomobil reklamında cinsellik, içecek reklamında cinsellik… Nereye kadar devam edecek bu durum? Hani kadın kutsaldı, hani en değerli varlıklarımız kadınlarımızdı?
Bir çokları çıkıp bunun adına sanat diyor. Yani kadının, cinselliğini kullanması sanatmış. Çocuklara karşı kullanması da mı sanat? Biz mi geri kaldık, onlar mı çok ileri gitti bilmiyorum. Bunu normal mi karşılamalı, ne yapmalı?  Renk körü mü olduk nedir? Beyazı siyah, siyahı beyaz mı görüyoruz yoksa…
Toplum olarak bu tür olaylara seyirci kalır, tepki göstermez, hissiz davranırsak bunun bedelini ilerde ağır bir şekilde öderiz. Ahlâki değerlerimizi korumak zorundayız. Bir toplumda ahlâk bozulmaya başlarsa sağlam hiçbir şey kalmaz.
Son olarak şu kıssayı hatırlatalım:
Ateş, su ve ahlâk arkadaşmış. Uzun yıllar arkadaşlık yapmışlar. Mutluluğu, hüznü beraber paylaşmışlar. Derken gün gelip çatmış, ayrılık vakti gelmiş. Birbirlerine bakıp hüzünlenmişler.
“Artık ayrılıyoruz, birbirimizi nasıl bulacağız?” demişler ve kara kara düşünmüşler. Sonunda  Ateş şu sözü söylemiş:  “Eğer beni bulmak isterseniz duman çıkan yerlere bakın. Nerede bir duman görürseniz ben oradayım.”
Su atılmış ortaya. “Nerede bir şırıltı sesi duyarsanız ben oradayım. Denizde, gölde, ırmakta arayın beni, çok kolay bulursunuz” demiş.
Sıra gelmiş Ahlâka. Derin düşüncelere dalmış. Uzun süren bir sessizliğin ardından ağzından şu cümleler dökülmüş. “Arkadaşlar en iyisi siz beni bırakmayın. Çünkü beni kaybederseniz asla bulamazsınız.”
Siyah her zaman siyahtır. Birilerinin ona beyaz demesi bu gerçeği değiştirmez…

3 Eylül 2010 Cuma

Söz Vardır İpe Götürür

Yaşamımızın vazgeçilmezidir konuşmak. Zorunlu bir ihtiyaç... Hayatımızın olmazsa olmazlarından... Dünyayla bağlantımızı, beşeri münasebetlerde ilişkilerimizi hep onunla sağlarız. Ancak öyle anlar gelir ki, böylesi durumlarda susmak konuşmaktan daha gerekli bir hal alır. Ya da cımbızla seçerek konuşmak zorunda kalırız sözlerimizi. Çünkü ağzımızdan çıkan bir söz bize bazen pahalıya mal olabilir. Fakat aynı sözü başka bir biçimde yani üslup değiştirerek söylediğimizde tam aksi durumla da karşılaşabiliriz. Söz aynıdır fakat söyleniş biçimi farklıdır. Biraz sonra bununla ilgili bir kıssa anlatacağız ama öncelikle aşağıdaki konuya bir göz atalım.
Atalarımızın söylemiş olduğu “Bin düşün bir söyle.” “Söz gümüşse sükût altındır.” sözlerini hep duyarız da her nedense bunları ya unuturuz ya da kulak ardı eder, umursamayız. Oysa kendimize en büyük düşman dilimizdir. Onu, istediğimiz gibi kullanma hakkına sahip olduğumuzu düşünmek bazen telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkarabilir. En yakın dostumuzu, arkadaşımızı kaybedebiliriz. Bulunduğumuz topluluk içerisinde zor durumda kalabilir, mahcup olabiliriz.
Aynı ortamda çalışan insanların birbirleri ardından konuşmaları, birbirlerinin kusurlarını başka birilerine söyleyip durmaları hep bu dil belasının yüzündendir. İşin en garip yönü ise hakkında dedikodu yaptığımız kişiyle biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi, az önce onu çekiştiren sanki biz değilmişiz gibi bir tavır takınarak iletişim kurmamız, sohbet etmemiz, konuşmamızdır. Yoksa iki yüzlülük denilen şey bu değil de başka bir şey mi?
Karşımızdaki kişinin herhangi bir hareketinde doğru olmayan bir durum söz konusu ise, bunu kendisine tatlı bir üslupla bildirmek ve hatasını düzeltmesine yardımcı olmak mı daha doğru, yoksa üçüncü, dördüncü hatta beşinci bir kişiyle veya kişilerle arkasından konuşmak mı? İğrenç, tiksinti verici…
O halde konuşmak da susmak da yerinde olmalı. Öncelikle dikkat edilmesi gereken budur. Bir de neyi nasıl söylememiz gerektiğine bakalım şimdi.
Eski bir söz vardır. “Söz vardır ipe götürür, söz vardır ipten indirir.” diye. Sözlerimiz tatlı olmalı, karşımızdaki insana söylemek zorunda olduğumuz acı sözler dahi inciticilikten uzak olmalı. Nasıl mı? Buyurun size çok güzel ve ibretlik bir kıssa.
Padişah, gördüğü bir rüya nedeniyle sıkıntı içerisindedir. Yatıp kalkar fakat rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamaz. Çünkü rüyasında üç çınarın farklı zamanlarda devrildiğini görür. Padişahın üç oğlu vardır ve içine bir kurt düşmüştür. Vezirlerinden birini çağırır ve anlatır rüyasını.
“Hadi bakalım vezirim. Rüyamı tabir et.” der.
Vezir önce biraz düşünür ve:
“Padişahım ne yazık ki üç evladınız da sizden önce ölecekler. Gördüğünüz rüya bunu işaret ediyor.” der.
Evlatlarının öleceğini öğrenen padişah çılgına döner, yüreğine ateş düşer ve kendine böylesine acı bir haber veren vezirin boynunu vurdurur. Daha sonra başka bir veziri çağırtır ve aynı rüyayı ona da anlatır. Vezir:
“Padişahım ne mutlu size ki evlatlarınızdan dahi çok yaşayacaksınız. Ömrünüz uzun olacak. Gördüğünüz rüyanın tabiri budur” der.
Bu sözlerden oldukça memnun olan padişah, vezirini kese kese altınla ödüllendirir. Ona muhteşem hediyeler armağan eder, çeşitli nişanlarla taltif eder. Oysa ilk vezirden farklı bir şey söylememiştir ikinci vezir.
Söz aynı ama üslup farklı.
Hep ikinci vezir gibi olmalı değil miyiz?