12 Nisan 2020 Pazar

ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI

ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI

Kırılırcasına dövülen kapıyı araladığında, Neccar’ı gördü karşısında. Nefes nefeseydi Neccar. “Geliyorlar” dedi. Telaşlıydı. Onu içeri alıp usulca kapadı kapıyı. Eliyle masanın yanında duran iskemleyi gösterip “Otur” anlamında işaret etti. Sesinde bir sükûnet ve huzur vardı. Aldırış etmemiş gibiydi. Masanın üzerindeki testiden bir bardak süt doldurup uzattı.  “Yeni sağdım, iç” dedi.
            İnsanları bir tek yaratıcının varlığına inanmaya davet etmek için geldiği bu şehirde ilk tanıştığı kişiydi Neccar. Silpius dağı eteklerine serpilmiş zeytinlerin gölgesinde serinlenirken görmüştü onu. Kucağında taşıdığı oğlunun neden yürüyemediğini sormuştu. “Kötürüm” demişti Neccar. İyileştirebileceğini söylemişti. Topladığı zeytinlerden yaptığı merhem bir zaman sonra ayağa kaldırdı çocuğu. Şaşırmıştı Neccar. “Kimsin sen, ey yabancı?” diye sormuştu. “Sadece bir kul” diye karşılık vermişti Pierre. O günden sonra hem dindaş hem dost oldular.  Bir yandan tebliğ görevini yapıyor, bir yandan dünyalık geçimi için Antakya şehrinin kenar mahallelerinden birinde, sırtını dağa yaslamış olan, Neccar’ın küçük zeytinyağı imalathanesinde çalışıyordu. Aslında marangozdu Neccar. Hasat zamanı gelince aletlerini bırakır, son zeytinleri de toplayıp işledikten sonra tekrar dönerdi işine. Yıllardır bu işi tek başına yapmıştı ama şimdi bir arkadaşı vardı yanında. Toplanan zeytinler, Pierre’in maharetli ellerinde işlenip yağa dönüştükten sonra küplere doldurulurdu.      
            Bazı günler halkın arasına karışıyor, insanları inandığı dine davet ediyordu Pierre. Manevi sözlerle ruhlara, zeytinden yaptığı merhemlerle hasta bedenlere şifa olmaya çalışıyordu. Diğer günlerde ise küçük imalathanelerinde o güne kadar şehrin tatmadığı lezzette zeytinyağı üretiyorlar, sabunlar, merhemler yapıyorlardı. Ürünleri satma işi Neccar’a aitti. Pierre, tebliğ yaparken o da şehrin başka mahallelerinde rızık kovalıyordu.
            Fazla sürmedi. Şehrin bazı ileri gelenleri, zeytin tüccarları bu durumdan rahatsız oldular. Nasıl olur da bir yabancı kendilerinden daha kaliteli zeytinyağı üretebilir, sabunlar ve çaresiz hastalıklara derman olan merhemler yapabilirdi? Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de yeni bir din icat edip yüzyıllardır inandıkları atalarının dininden dönmelerini nasıl isteyebilirdi? Valinin kulağına da gidiyordu bu fısıltılar. “Aldırma” diyordu Neccar. “Seni çekemedikleri için homurdanıyorlar.” Ama çok sürmedi. Yaka paça valinin huzuruna çıkartıldı Pierre. Oradan da zindana gönderildi.
            Artık tek başınaydı Neccar. Dünyalık işine devam etti. Pierre’den işin inceliklerini öğrenmişti çünkü. Yalnız, merhem yapmıyordu. Onun ayrı bir ilmi, ayrı bir sırrı olduğuna inanıyordu. Günler birbirini kovalayıp durdu. Derken o güne kadar hiç görülmemiş biri çıkageldi. Şehrin valisiyle dost oldu bu yabancı. Bir sohbet esnasında sözü zindandaki Pierre’e getirdi. “Zindanda biri varmış” dedi. “Hastaları iyileştirir, ölüleri diriltirmiş.” “Öyle söylentiler var” dedi vali Petronius. “Böyle şeylere inanan ahmaklar ne yazık ki çıkıyor” diye de ekledi. “Bu şarlatan insanların kafasını karıştırmış, onun nasıl bir yalancı olduğunu merak ediyorum” dedi yabancı. Dostunun bu isteğini kıramadı Petronius. Pierre’i zindandan çıkartıp huzuruna getirtti. “Ne istiyorsan sor” dedi yabancıya. “Sen” dedi yabancı. “Sen sahtekârın tekisin. Hadi, bizi de kandır!”
            Yabancıyı görünce kısa bir şaşkınlık yaşadı Pierre, ama ardından hemen toparladı kendini. Başını öne eğip sessizce bekledi. Karşısındaki adam, en yakın arkadaşı Yuhanna’dan başkası değildi. Konuşmaya devam etti Yuhanna. “Sen” dedi. “Cüzzamlıları iyileştirir, körlerin gözünü açarmışsın.” Başını kaldırıp Yuhanna’nın gözlerine baktı Pierre. Ağzını açıp, tam bir şeyler söylemek üzereydi ki, “Hatta ölüleri dirilttiğini söyleyecek kadar ileri gitmişsin” diyen Yuhanna’nın kahkahalarını duyunca vazgeçti bundan. Valiyle birlikte salondaki herkes eşlik etti bu kahkahaya. “Vali hazretlerinden bu düzenbaza bir fırsat tanımalarını rica edebilir miyim?” dedi Yuhanna. “Buraya ölü birini getirin” diye emretti vali. Şehrin dört bir yanına dağılan tellallar ahaliyi durumdan haberdar ettiler. Çok geçmeden henüz ölmüş genç birinin bir örtüye sarılı cansız bedeni huzura getirildi. Yerde hareketsiz yatan gencin üzerindeki örtüyü kaldırdı Pierre. Dizlerinin üzerine çöküp iki elini üst üste getirerek parmaklarını kenetledi. Gencin göğüs kafesine bastırıp kaldırdı ellerini. Salondakilerin alaycı bakışları arasında bir süre devam etti bu durum. Biraz sonra “Hadi! Allah’ın izniyle kalk” dedi gence. Az önceki alaycı bakışlar gitmiş yerlerine dehşetle açılmış kocaman gözler gelmişti. Başka bir dünyadan gelmiş gibi etrafını anlamsız gözlerle süzen genç ise hiçbir şey demeden çıkıp gitti. Koca salonun mermer zemininde herkes soluksuz kalmıştı. Bütün bu olup bitene şaşırmayan tek kişi ise Yuhanna’ydı. Valinin kulağına eğilip “Bu adam sihirbaz falan değil” dedi. “Daha önce böyle bir şeye şahit olmadım Vali Hazretleri. Bu adamı bırakın gitsin.” Şaşkınlığı üzerinden atmakta zorlanan vali, düşünmeden, eliyle işaret etti. “Bırakın adamı” dedi.
            Mevsim kış, hava soğuktu. İmalathanenin kapısında onu gördüğünde gözyaşlarını tutamadı Neccar. Bir yıla yakın göremediği dostunu sevgiyle kucakladı. Oturup hasret giderdiler. Pierre’e nasıl serbest kaldığını sordu. “Bir arkadaşım” dedi Pierre. “Muhtemel ki beni kurtarmak için Nasıriye’den kalkıp geldi.”
            Bir iki günlük dinlenmenin ardından kılık değiştirip ne olup bittiğini öğrenmek için şehre indiklerinde onları kimse tanıyamadı. Pazar yerinde dolaşırlarken konuşulanlara kulak verdiler. “Vali, o adamın dinine girmiş diyorlar” diyordu birisi. “Ölsem inanmam” diyordu bir başkası. Daha başka şeyler de konuşuluyordu. Valinin yanındaki o esrarengiz yabancının kim olduğu gibi…
            Bir “han” a girip oturdular. Masalarına gelen yemeği yemeğe başlamışlardı ki yanlarına biri oturdu. Neccar’ın şaşkın bakışları arasında tebessüm eden gözlerle yeni gelen bu adama baktı Pierre. Sonra Neccar’a dönerek, “Bahsettiğim arkadaşım” dedi. Gözleri ışıldadı Neccar’ın.  Fakat konuşmadılar. Yemeklerini yedikten sonra kalkıp dağın eteğindeki imalathaneye doğru yürümeye başladılar. Üç kişi olmuşlardı. Yuhanna da tıpkı Pierre gibi İsa peygamberin havarilerindendi. Masanın etrafında oturmuş taze sütlerini yudumlarken, “Vali, iman etti” dedi Yuhanna. “Ama bunu bir süre gizleyecek. Biz ise insanları hak yola çağırmaya devam edeceğiz.”
            Günler birbirini kovaladı. Haftalar, aylar birbiri ardına geçip gitti. Neccar, ağaçlara şekil vermeye, Pierre ve Yuhanna tebliğe devam ettiler. Geceleri, imalathanedeki odalarında, gündüzleri ise şehrin sokaklarında alıp verdiler nefeslerini. Halk arasından onlarla aynı dine inananların sayısı her geçen gün artıyordu. Dikkat çekmemek için gizli gizli buluşuyorlar, toplanıp ibadet ediyorlardı. Geceleri Neccar’da katılıyordu onlara. Ne kadar tedbirli olsalar da bu durum kulaktan kulağa yayıldı halk arasında. Valinin etrafını sarmış olan ekâbir takımı ve halk içindeki bazı ileri gelenler, şehri kışkırtmaya başladılar. Bazen itilip kakıldılar bazen dövüldüler. Artık nerdeyse kendilerini dinleyecek bir kişi bile bulamıyorlardı. Buna rağmen yollarından dönmedi havariler. Sabırla, şefkatle anlatmaya devam ettiler.
            Son dövülmelerinin üzerinden yalnızca bir gün geçmişti. Bitkindiler. O gün şehre inmediler. Güneş batmak üzereydi ve ortalıkta derin bir sessizlik vardı. Pierre, birkaç adım uzakta bulunan ağıldaki keçilerden sağdığı sütü bir testiye boşalttı. İmalathaneye dönüp testiyi masanın üzerine koydu. Kapının vurulma sesiyle irkildiler. Daha önce hiç böyle çalınmamıştı kapı. Yaklaşıp “Kim o?” dedi Pierre. “Benim. Açın kapıyı.”
            Neccar’dı gelen. Terden sırılsıklam olmuştu ve soluk soluğaydı. Eliyle oturmasını işaret etti Pierre. Testiden bir kâse süt doldurup Neccar’a uzattı.
            “İç ve biraz soluklan” dedi.  “Kimmiş gelenler?”
            “Kalabalıklar” dedi Neccar. “Ellerinde taşlarla, sopalarla geliyorlar.”
            “Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’a sığınırız” dedi Pierre. “Her yaratılan gibi bizler de faniyiz. Sonsuz olan yalnızca O’dur. Sen git Neccar. Ailenin yanına dön.”
İmalathanenin arkasında dağa doğru çıkan gizli bir geçit vardı. Oradan çıkıp gidebilirdi Neccar. Yapmadı. “Sizi burada yalnız bırakmam” dedi.
            Kapıyı kırıp içeri daldılar. Bir tarafta içleri zeytinyağı dolu küplerin yanında duran üç kişi, diğer tarafta sayılamayacak kadar insan vardı. Birçoğu ise dışarıda bekliyordu. Önde duran ve sanki gözlerinden ateş çıkıyormuş gibi öfkeyle bakan biri ağzından köpükler saçarak hiddetle konuşmaya başladı. “Biz atalarımızın dini üzereyiz, boşuna uğraşmayın dedik. Size buradan defolup gitmenizi söyledik. Hangi cüretle atalarımızın dininden dönmemizi istediniz? Hangi akılla, bunu yapabileceğimizi düşündünüz?”
            Galeyana geldi kalabalık. Ellerindeki taşları fırlatmaya başladılar. Neccar, kendini siper etmeye çalışıyor, “Durun, ey halkım!” diyordu. “Yapmayın. Onlar gerçekleri anlatmak için gelmiş tertemiz insanlar... Onlara uyun. Taşkınlık yapmayın. İman edin ki kurtuluşa eresiniz.” Neccar’ın sözlerini duyan yalnızca Pierre ve Yuhanna’ydı. Durmadılar. Neccar, yerde hareketsiz kalıncaya kadar taşları olanca güçleriyle fırlatmaya devam ettiler. Bağrışmalar bitmiş, sesler kesilmişti. Dudakları hafif kımıldayan Neccar’ın başından ise ince bir kan sızıyordu.
          Pierre ve Yuhanna’yı yaka paça dışarı çıkardılar. Sopalarla vura vura şehrin büyük bir meydanına getirdiler. Meşalelerin aydınlattığı meydanda, duvarlara, inip kalkan sopaların gölgeleri düşüyor, imalathane ise çatlamış bir küpten sızan yağın, yerde hareketsiz yatan Neccar’ın kanıyla birleşmesine şahitlik ediyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder