Yaşamımızın vazgeçilmezidir konuşmak. Zorunlu bir ihtiyaç... Hayatımızın olmazsa olmazlarından... Dünyayla bağlantımızı, beşeri münasebetlerde ilişkilerimizi hep onunla sağlarız. Ancak öyle anlar gelir ki, böylesi durumlarda susmak konuşmaktan daha gerekli bir hal alır. Ya da cımbızla seçerek konuşmak zorunda kalırız sözlerimizi. Çünkü ağzımızdan çıkan bir söz bize bazen pahalıya mal olabilir. Fakat aynı sözü başka bir biçimde yani üslup değiştirerek söylediğimizde tam aksi durumla da karşılaşabiliriz. Söz aynıdır fakat söyleniş biçimi farklıdır. Biraz sonra bununla ilgili bir kıssa anlatacağız ama öncelikle aşağıdaki konuya bir göz atalım.
Atalarımızın söylemiş olduğu “Bin düşün bir söyle.” “Söz gümüşse sükût altındır.” sözlerini hep duyarız da her nedense bunları ya unuturuz ya da kulak ardı eder, umursamayız. Oysa kendimize en büyük düşman dilimizdir. Onu, istediğimiz gibi kullanma hakkına sahip olduğumuzu düşünmek bazen telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkarabilir. En yakın dostumuzu, arkadaşımızı kaybedebiliriz. Bulunduğumuz topluluk içerisinde zor durumda kalabilir, mahcup olabiliriz.
Aynı ortamda çalışan insanların birbirleri ardından konuşmaları, birbirlerinin kusurlarını başka birilerine söyleyip durmaları hep bu dil belasının yüzündendir. İşin en garip yönü ise hakkında dedikodu yaptığımız kişiyle biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi, az önce onu çekiştiren sanki biz değilmişiz gibi bir tavır takınarak iletişim kurmamız, sohbet etmemiz, konuşmamızdır. Yoksa iki yüzlülük denilen şey bu değil de başka bir şey mi?
Karşımızdaki kişinin herhangi bir hareketinde doğru olmayan bir durum söz konusu ise, bunu kendisine tatlı bir üslupla bildirmek ve hatasını düzeltmesine yardımcı olmak mı daha doğru, yoksa üçüncü, dördüncü hatta beşinci bir kişiyle veya kişilerle arkasından konuşmak mı? İğrenç, tiksinti verici…
O halde konuşmak da susmak da yerinde olmalı. Öncelikle dikkat edilmesi gereken budur. Bir de neyi nasıl söylememiz gerektiğine bakalım şimdi.
Eski bir söz vardır. “Söz vardır ipe götürür, söz vardır ipten indirir.” diye. Sözlerimiz tatlı olmalı, karşımızdaki insana söylemek zorunda olduğumuz acı sözler dahi inciticilikten uzak olmalı. Nasıl mı? Buyurun size çok güzel ve ibretlik bir kıssa.
Padişah, gördüğü bir rüya nedeniyle sıkıntı içerisindedir. Yatıp kalkar fakat rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamaz. Çünkü rüyasında üç çınarın farklı zamanlarda devrildiğini görür. Padişahın üç oğlu vardır ve içine bir kurt düşmüştür. Vezirlerinden birini çağırır ve anlatır rüyasını.
“Hadi bakalım vezirim. Rüyamı tabir et.” der.
Vezir önce biraz düşünür ve:
“Padişahım ne yazık ki üç evladınız da sizden önce ölecekler. Gördüğünüz rüya bunu işaret ediyor.” der.
Evlatlarının öleceğini öğrenen padişah çılgına döner, yüreğine ateş düşer ve kendine böylesine acı bir haber veren vezirin boynunu vurdurur. Daha sonra başka bir veziri çağırtır ve aynı rüyayı ona da anlatır. Vezir:
“Padişahım ne mutlu size ki evlatlarınızdan dahi çok yaşayacaksınız. Ömrünüz uzun olacak. Gördüğünüz rüyanın tabiri budur” der.
Bu sözlerden oldukça memnun olan padişah, vezirini kese kese altınla ödüllendirir. Ona muhteşem hediyeler armağan eder, çeşitli nişanlarla taltif eder. Oysa ilk vezirden farklı bir şey söylememiştir ikinci vezir.
Söz aynı ama üslup farklı.
Hep ikinci vezir gibi olmalı değil miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder