Bir meyve, bir tohum veya bir ağaç değildir insan. Öyle bir varlıktır ki ona ne değer biçilebilir ne de bedeli ödenir, gitti mi geri gelmez. Yetişmesi zor, kaybetmesi kolay. Hele gençler! Onlardır yarınların aydınlık yüzleri, sağlam basamakları, gören gözleri milletlerin. Hal böyleyken neden yok edilir, söndürülür, karartılır insan. Karartan da karartılanda, söndüren de söndürülende, yok eden de yok edilende insan… Neden yapar bunu insan, neden? Çok mu zordur dünyayı kan gölüne çevirmemek? Çok mu zor, yeri geldiğinde melekten dahi üstün olabilen o varlığı yok etmemek.
Hz. Adem(a.s)’ın çocuklarından Kabil’in, kardeşi Habil’in kanını dökmesiyle başlar bu kıyım. İki kardeşten Kabil diğerini, yani Habil’i katlederek belki de kıyamete kadar dinmeyecek olan bir süreci başlatmış, bu olaydan sonra yeryüzünde şiddet, kavga, terör hep süregelmiştir.
Sebepsiz yere insan canına kıyılmaz. Ancak insanlık tarihine göz attığımızda sebepsiz yere, hiçbir haklı gerekçeye dayanmaksızın nice insanların hayatlarına son verildiğini görürüz. Bunun bir örneği de yakın tarihte ülkemizde yaşanmış, geleceğin emanet edileceği gençler daha yaşamlarının baharındayken birbirlerini boğazlayarak bu güzelim ülkenin geleceğini bir süreliğine sekteye uğratmışlardır. Peki buna sebep olanlar bu gençler midir yoksa, bu fiilin gerekliliğine onları inandırmış, ikna etmiş olan gizli eller mi? Hiç şüphe yok ki gençler bu konuda kandırılmış ve bunun bedelini kanlarıyla, canlarıyla ödemişler, binlercesi eğitimlerini bırakmak zorunda kalarak toplumsal hayatta bir yer tutmak ve ülkesine hizmet etmek şerefinden mahrum kalmış, binlercesi de gizli ellere kanmalarının bedelini yıllarca demir parmaklıklar arkasında ömür çürüterek ödemişlerdi.
12 Eylül öncesinin sağ-sol olaylarını iyi analiz etmeli. Bunca insanı birbirine düşüren sebep neydi?Aynı mahallede doğan, aynı okullarda okuyan insanlar değil miydi bunlar? Birbirlerine düşman olmalarının nedeni ne olabilirdi? Birileri “memleket elden gidiyor” diyerek, diğerleri “memleketi emperyalizmin pençeleri arasından kurtaracağız” diyerek ortaya çıktılar ama görüldü ki; bir yere giden memleket yok. Memleket yerinde duruyor. Bir gün önce sokaklardan eksik olmayan karmaşa bir anda yok oldu. Memleket gitmedi ama bir şeylerin gittiği kesin. Binlerce genç, toprağın altına veya zindanlara gitti. Nice anne-babanın canları-ciğerleri gitti, nicelerinin umutları gitti. Türkiye’nin gelişimi bir süre daha sekteye uğradı. Olmamız gereken yerde neden değiliz? Bunu iyi düşünmek gerekir.
Bizler birbirimize düşecek kadar aciz insanlar olmamalıyız. Sağ-sol, benim için okullarda yönleri öğretmekte kullanılan iki kavramdan başka bir şey değil. Alevi-Sünni, kelimeleri ne anlama geliyor peki? Alevi, Hz. Ali’ye bağlı, onu seven kimse. Sünni ise sünnet ehlinden olan kimse demek. Sünnete en sıkı sarılanlardan biri değil miydi Hz. Ali? O halde bu ayrımcılık da neyin nesi?
Kürt-Türk ise aynı harflerden oluşan iki kelime. Sadece başta ve sonda bulunan harfler yer değiştirmiş, o kadar. Bu iki halk aşılanmış ağaç misalidir. Birbirinden ayrı düşünülemez. Bizler birbirimizi yerken birilerinin ellerini ovuşturduğu kesin. İnsan feraset sahibi olmalı, olayları ince eleyip sık dokumalı, bin kere düşünmeli sonra yapmalı, “Bu senin düşmanındır, seni yok etmeye çalışıyor” diyenlere “O benim sadece dostumdur. Sen kim oluyorsun ki bizi düşman ilan ediyorsun” diyerek tepkisini göstermeli. İşte ancak o zaman sükunete kavuşuruz.
Ömrünü kanla geçiren dünyanın bir gün adaletle dolacağını ummak fazla bir istek midir bilinmez fakat, ülkemizi buhrana sürükleyen olayların bir daha yaşanmamasını istemek hiç de fazla bir istek olmasa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder