19 Eylül 2008 Cuma

Bu Hale Nasıl Geldik?

Çocukluğunuzu hatırlıyorsunuzdur. Belki sadece bir kısmını. En azından unutamadığınız bir anı kalmıştır mutlaka, hafızanızın bir kösesinde. Masum, günahsız çocukluk…
Zaman geçip giderken beraberinde bir şeyleri de alıp götürdüğü konusunda hemfikir olduğumuzu söylemeye gerek var mı bilemiyorum. Genel bir kanı vardır ki insanlar şimdiki nesli şanslı görüyor. Herhangi bir konudan söz açıldığında; “Bizim zamanımızda böyle şeyler ne arardı. Şimdi öyle mi? Her bir şey var.” türünden sözlere sık rastlarız. Fakat bu konuda herkes veya salt çoğunluk gibi düşünmediğimi ifade etmeliyim.
Bence bizler, bir öncekilere göre, onlar da kendilerinden bir öncekilere göre daha şanslı. Bizden sonra gelenler ise gelişen teknoloji, değişen dünya karşısında maalesef bizden daha şanslı olmayacaklar. “Hadi oradan, sen de!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bizler her ne kadar kabullenmekte zorlanıyor olsak da,  maalesef acı bir gerçektir bu.
Kaldığımız yere dönelim. Çocukluk yıllarına yani. Bu satırları okurken herkes kendi geçmişine dalıp o yıllarla bir haşır neşir olsun ve sözlerimizin gerçeklik payı var mı, bir düşünsün lütfen.
“Ramazan ayıydı. Orucun bize henüz farz olmadığı yıllar... Köydeki geleneklerden olmalı ki, hemen tüm çocuklar iftardan sonra kendilerini sokağa atarlar, gece geç saatlere kadar kendilerince geliştirdikleri ve oynarken müthiş bir zevk aldıkları oyunları oynarlardı. Televizyon yok, bilgisayar yok, playstation (adını bile zor söylüyoruz) yok, elektrikler sık sık gider gelir, gerçi bunu da önemi yok.  Kısacası bizi eve bağımlı yapan hiçbir şey yoktu o yıllarda. Arkadaşlık bağları üst düzeydeydi. Hele bir de ay ışığı oldu mu iple bağlasalar durmazdık evde.
Unutamadığım bir hatıra daha vardır ki aklıma her geldiğinde önce tebessüm eder sonra dalar giderim. İlk defa oynadığım bir oyundan o kadar lezzet almıştım.
Güz, yavaş yavaş yerini kışa terk etmiş, evlerin bacalarından ince beyaz dumanlar yükselmeye başlamıştı. Köyün sakinleri kış hazırlıklarını çoktan tamamlamışlar, yaz boyunca gübreden bolca basma (Hayvan gübresinin genişçe bir alana serilip, kurumaya bırakılmış hali.) döküp iyice kuruttuktan sonra dilim dilim kesmiş sonra da üst üste dizerek tezek ( Basmanın küçük parçalara ayrılmış her bir dilimi, bir çeşit kışlık yakıt.) yığınları oluşturmuşlardı. Hemen her evin önü tezek yığınlarıyla dolmuştu. 
Yaz boyunca harmanlara dökülen bu gübre basmalarının tadını ise biz çocuklar çıkartıyorduk. Islaklığı epey azalıp da kurumaya yüz tuttuğunda bizim oyun alanımız olurdu buralar. Kıyısından köşesinden biraz zarar versek de sahipleri ses çıkartmazdı. Ne de olsa ezilen basma iyice sıkışıyor ve yanma süresi uzuyordu.
Basmalar yok artık yerlerinde. O eski güzel günler de yok. Belki ayağımızda kara lastikler, paçamızda lastikli donlar vardı ama biz çok mutluyduk.
Şimdikiler gibi ömrümüz sınavla geçmemişti. Üniversite sınavı hariç sadece ilkokul 5. sınıf sonunda bir sınava girdiğimi hatırlıyorum. Yani hayatı doyasıya yaşamak için zamanımız çok çok fazlaydı. Peki, ya şimdi? Şimdi öyle mi dersiniz. Hafta içi okul, hafta sonu dershane… İsimlerini saysak nerdeyse sayfanın hatırı sayılır bir kısmını kaplayacak kadar sınav…
Ya internet… Ona ne demeli? Şimdi hemen her eve girdi. Gerçek arkadaşların yerini sanal arkadaşlar, gerçek oyunlarınkini ise bilgisayar oyunları aldı. Fakat çocuklarımızın gözlerinde bizim zamanımızdaki ışıltıyı göremiyorum ne yazık ki.

18 Ocak 2008 Cuma

Çocuğumuzu Yanlış Eğitiyoruz

Mesleğimiz icabı yüzlerce çocuk tanıdık. Birbirine benzeyenler, farklı karakter yapısına sahip olanlar, aşırı hareketli ve konuşkan olanlar ve tam tersi, içine kapanık olup da çok az konuşanlar, güler yüzlüler, asık yüzlüler, gözlerinden mutluluk ifadesi eksik olmayanlar ve ne yazık ki mutsuz olan çocuklar... Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak amacımız çocukların hangi halde bulundukları değil neden bu hallerde bulunduklarını irdelemektir.
Bizler bunun sebebini az-çok biliyoruz, eminim ki siz değerli anne babalar da biliyorsunuzdur. O zaman hemen şu soruyu sormamız icap ediyor.
Neden çocuklar arasında karakter olarak bu kadar büyük farklar var?
Hemen  “Allah (cc) böyle yaratıyor ne yapalım.” demeyin lütfen. Çünkü bu cevap sorumluluğu üzerimizden atıp kolay yoldan işin içinden sıyrılmak gibi bir şey olur ki, bunu kesinlikle tasvip edemeyiz.
Çocukları bu hale getiren maalesef  biz anne-babalardan başkası değildir. Onların yetişmesindeki en büyük pay aileye ait olduğuna göre istesek de istemesek de bu bir gerçektir ve bizler de bunu kabul etmek zorundayız.
Bizleri yaratan Allah (cc) terbiyemizi anne babamızın eliyle yapmayı murad etmiştir. Bizler, toprağa diktiğimiz bir fidanı, ektiğimiz tohumu büyütmek için gereken şartları yerine getirmek zorundaysak,  çocuklarımızın iyi yetişmesi için gerekli uğraşı da vermek zorundayız. Dikilen bir fidan susuz bırakılamaz. Ekilen tohum kendi haline terk edilemez. Bakıma ihtiyacı vardır, ilaçlanması gerekir, sulanması gerekir. Nasıl ki güzel ürün almak için bahçemizi zararlı otlardan, dikenlerden temizlemek zorundaysak aynı özeni çocuklarımız için de göstermek zorundayız. Fidan susuz kalırsa kurur, tohum bakımsız kalırsa çürür veya istenilen verimde olmaz. Bu durumda kim suçlu olur? Fidan mı? Tohum mu?  “Neden kurudun sanki, ne güzel dikmiştim seni. Ya sen? Sen neden çürüdün ey tohum, neden istediğim gibi büyümedin?” deme hakkımız var mı? Çocuklar da böyledir. Ne kadar özen o kadar ürün… Değişen hiçbir şey yok. Aynı mantık.
Çocuk sevgiyle büyür. Onun gıdası sevgidir. Onun gübresi, suyu, ilacı sevgidir. Ama tek başına değil, yanında mutlaka başka unsurlar da bulunmalıdır. İşte bizler bu unsurları her hafta siz değerli okuyucularımıza aktarmaya çalışacağız.
İyi ve kötü kavramlarını henüz ayırma yeteneğine kavuşmamış olan çocuklar gördüklerini, duyduklarını yapacaklardır ve bu gayet doğaldır. O halde öncelikle kendi hal ve hareketlerimizi düzene sokmalıyız ki çocuğumuza örnek olalım. Bizim kötülerimizi değil iyilerimizi alsın. Yanlışlarımızla değil doğrularımızla büyüsün.
İyi yetiştirilmiş bir çocuk ilerde iyi bir anne veya baba demektir. İyi bir anne-baba iyi bir aile demektir. Bu iyi ailelerin çokluğu ise iyi bir toplumu meydana getirir. Ruhen, ahlâken, fikren sağlam olan bir toplum ise tüm insanlık için büyük bir kazançtır. Bu günkü konumuzu şu örnekle noktalayalım.
Bir torbanın içine doksan tane siyah, on tane beyaz top atalım ve bir tane çekelim. Ne çıktı dersiniz? Beyaz mı? Hadi bir daha çekelim. Yine mi beyaz çıktı? Çok şanslısınız. O zaman bir daha, bir daha… İşte bütün beyazlar tükendi. Şansınız buraya kadar. Artık her çekişinizde elinizde siyah bir top olacak ve çekilen her siyah top sizden bir beyazı götürecek. Topların çoğu beyaz olsaydı ne olacaktı peki? O zaman tam tersi olacaktı ve bizler on beyaz top kaybetsek bile elimizde seksen beyaz topumuz kalacaktı. Kimseye kızmaya hakkımız yok. Onları biz boyadık. Bir gün karşımıza simsiyah bir halde çıkabileceklerini düşünmedik. Boyaları kuruduğu için de kazıyıp yeniden boyayamıyoruz. Kazımaya kalkıştığımızda zarar veriyoruz onlara. Ya kesiyoruz ya eziyoruz, olmuyor yani. Peki ne yapsak?  Yenileri gelecek. Yenileri geldiğinde onları beyaza boyamak bizlerin elinde. O zaman torbadan her çektiğimiz top beyaz çıkacak.
Çocuklar tertemizdir, onların temiz kalması bizim elimizde…