Çocukluğunuzu hatırlıyorsunuzdur. Belki sadece bir kısmını. En azından unutamadığınız bir anı kalmıştır mutlaka, hafızanızın bir kösesinde. Masum, günahsız çocukluk…
Zaman geçip giderken beraberinde bir şeyleri de alıp götürdüğü konusunda hemfikir olduğumuzu söylemeye gerek var mı bilemiyorum. Genel bir kanı vardır ki insanlar şimdiki nesli şanslı görüyor. Herhangi bir konudan söz açıldığında; “Bizim zamanımızda böyle şeyler ne arardı. Şimdi öyle mi? Her bir şey var.” türünden sözlere sık rastlarız. Fakat bu konuda herkes veya salt çoğunluk gibi düşünmediğimi ifade etmeliyim.
Bence bizler, bir öncekilere göre, onlar da kendilerinden bir öncekilere göre daha şanslı. Bizden sonra gelenler ise gelişen teknoloji, değişen dünya karşısında maalesef bizden daha şanslı olmayacaklar. “Hadi oradan, sen de!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bizler her ne kadar kabullenmekte zorlanıyor olsak da, maalesef acı bir gerçektir bu.
Kaldığımız yere dönelim. Çocukluk yıllarına yani. Bu satırları okurken herkes kendi geçmişine dalıp o yıllarla bir haşır neşir olsun ve sözlerimizin gerçeklik payı var mı, bir düşünsün lütfen.
“Ramazan ayıydı. Orucun bize henüz farz olmadığı yıllar... Köydeki geleneklerden olmalı ki, hemen tüm çocuklar iftardan sonra kendilerini sokağa atarlar, gece geç saatlere kadar kendilerince geliştirdikleri ve oynarken müthiş bir zevk aldıkları oyunları oynarlardı. Televizyon yok, bilgisayar yok, playstation (adını bile zor söylüyoruz) yok, elektrikler sık sık gider gelir, gerçi bunu da önemi yok. Kısacası bizi eve bağımlı yapan hiçbir şey yoktu o yıllarda. Arkadaşlık bağları üst düzeydeydi. Hele bir de ay ışığı oldu mu iple bağlasalar durmazdık evde.
Unutamadığım bir hatıra daha vardır ki aklıma her geldiğinde önce tebessüm eder sonra dalar giderim. İlk defa oynadığım bir oyundan o kadar lezzet almıştım.
Güz, yavaş yavaş yerini kışa terk etmiş, evlerin bacalarından ince beyaz dumanlar yükselmeye başlamıştı. Köyün sakinleri kış hazırlıklarını çoktan tamamlamışlar, yaz boyunca gübreden bolca basma (Hayvan gübresinin genişçe bir alana serilip, kurumaya bırakılmış hali.) döküp iyice kuruttuktan sonra dilim dilim kesmiş sonra da üst üste dizerek tezek ( Basmanın küçük parçalara ayrılmış her bir dilimi, bir çeşit kışlık yakıt.) yığınları oluşturmuşlardı. Hemen her evin önü tezek yığınlarıyla dolmuştu.
Yaz boyunca harmanlara dökülen bu gübre basmalarının tadını ise biz çocuklar çıkartıyorduk. Islaklığı epey azalıp da kurumaya yüz tuttuğunda bizim oyun alanımız olurdu buralar. Kıyısından köşesinden biraz zarar versek de sahipleri ses çıkartmazdı. Ne de olsa ezilen basma iyice sıkışıyor ve yanma süresi uzuyordu.
Basmalar yok artık yerlerinde. O eski güzel günler de yok. Belki ayağımızda kara lastikler, paçamızda lastikli donlar vardı ama biz çok mutluyduk.
Şimdikiler gibi ömrümüz sınavla geçmemişti. Üniversite sınavı hariç sadece ilkokul 5. sınıf sonunda bir sınava girdiğimi hatırlıyorum. Yani hayatı doyasıya yaşamak için zamanımız çok çok fazlaydı. Peki, ya şimdi? Şimdi öyle mi dersiniz. Hafta içi okul, hafta sonu dershane… İsimlerini saysak nerdeyse sayfanın hatırı sayılır bir kısmını kaplayacak kadar sınav…
Ya internet… Ona ne demeli? Şimdi hemen her eve girdi. Gerçek arkadaşların yerini sanal arkadaşlar, gerçek oyunlarınkini ise bilgisayar oyunları aldı. Fakat çocuklarımızın gözlerinde bizim zamanımızdaki ışıltıyı göremiyorum ne yazık ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder