3 Ocak 2011 Pazartesi

Evdeki Bulgurdan Olmak

Hepimiz biliriz bu atasözünü. Ağızdan ağza farklı söylense de, ne ifade edilmek istendiği hemen anlaşılır. Atasözüne konu olan kayıplar çoğunlukla maddi olsa da, öyle zaman ve anlar gelir ki, bu kayıplar maddiyatla ölçülemez, telafisi mümkün değildir, geri kazanmak çok zordur, belki de imkânsızdır.
Bu hataya düşebilir insan. Nitekim düşüyor da. Örneklerine sık sık rastlamak mümkün. Adına ister aç gözlülük, ister bencillik, ister cahillik; ne derseniz deyin fark etmez. Daha fazla kazanmak, daha çok mala sahip olmak için ruhumuza sirayet etmiş hırs tutkusu ile habis bir ur arasında hiçbir fark yoktur. Ruhumuzun kanseri de hırstır. Eğer olumsuz yönde gelişirse, esir aldığı insanı geri dönülmez bir felakete sürükleyeceği tartışmasız bir gerçektir. Ancak, hırsımızı menfi yönde kullanırsak bu hem bize hem çevremizdekilere büyük yararlar sağlayacaktır.
Çocukları, derslerinde başarılı olmalarını sağlamak amacıyla hırslandırmak; sporcuları müsabakalar öncesinde hırslandırmak vs. elbette ki gerekmektedir. Çünkü amaç başarmaktır, kazanmaktır. Bunda bir problem söz konusu olamaz, ancak hırs tutkusu bencilliğe ve sadece şahsi çıkarlar elde etme gayretine dönüşürse o zaman ortada büyük bir sorun var demektir.
Başkalarına zararı dokunacak davranışlardan kaçınmak, isteklerden vazgeçmek, düşüncelerden sıyrılmak gerekir. “Onun var, neden benim yok? O başarılı, neden ben değilim? O takdir ediliyor ben neden edilmiyorum?” gibi düşünceler hırsımızın bize kurduğu tuzaklardır. Oysa şu şekilde düşünmek daha doğru bir yaklaşım değil midir? “Eğer çalışırsam kazanabilirim. Başarılı olmak istiyorum, bu nedenle gayret etmeliyim. Beşeri münasebetlerimi hep sıcak tutmalı, insanların benim hakkımdaki olumlu düşüncelerini sarsacak davranışlar sergilememeli ve onların takdirini kazanmaya çalışmalıyım.”
Görüldüğü gibi ikinci düşünce şekli çok daha sağlıklıdır. Şahısları hedef almadığımız, onları kendimize düşman görmediğimiz, karşımızdakileri suçlamak yerine hatayı kendimizde aradığımız ve bunu düzeltme yoluna gittiğimiz davranış biçimleri, hırsımızı menfi yönde kullanmaya güzel bir örnektir.
Ülkemizin geleceği olan çocukları, gençleri kuru bir hırs sahibi olmak yerine hedefi olan, sorgulayan, hedefe ulaşma yollarını öğrenen ve bu yolda karşılaşılabilecek problemleri çözme kabiliyeti kazanan, hırsını, enerjisini bu amaçla harcayan bireyler olarak yetiştirmek her anne-babanın, her eğitimcinin görevidir.
İnsan, sahip olmadıklarıyla kendini heder etmemeli, elindekilerle mutlu olmaya çalışmalıdır. Teknolojinin bütün imkânlarının kullanıldığı lüks bir otomobil, her odası en güzel mobilyalarla donatılmış lüks bir konut veya ücreti dolgun rahat bir işe sahip olmak istemek makul karşılanabilir. Ancak bu isteğimiz bizi esaret altına alıyor ve mutsuzluğumuza neden oluyorsa oturup düşünmemiz gerekir.
Oysa başını soktuğun bir evin, ayaklarını yerden kesen bir aracın ve kimseye muhtaç bırakmayan bir işin var senin. O halde bu hırs niye? Bu doyumsuzluk neden? Atacağın yanlış bir adımın, yapacağın yanlış bir hamlenin sonuçlarını tahmin edebiliyor musun? Daha fazlasını isterken ve bunu elde etmek için yanlış bir yol seçerken, hırs denilen o sihirli gücü yanlış kullanma yoluna gidiyorsan, neticelerine de katlanmak zorundasın, elindekilerden de olabileceğini düşünmek zorundasın.
Elbette başta da belirttiğimiz gibi bu kayıplar sadece maddi olmuyor. Asıl önemli olan manevi kayıplarımızdır. Yanlış duygu ve düşüncelerimizin peşinde gider ve bunda ısrar etmeye devam edersek, başta onurumuz ve kişiliğimiz olmak üzere tüm mukaddesatımızı, tüm güzel değerlerimizi yitiririz ki; bu kayıp hiçbir maddi unsur ile ölçülemez.
Nitekim aşağıdaki örnek, bu durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Elindekiyle yetinmeyip, başkalarının sahip olduğuna sahip olabilmek için gözünü hırs bürümüş bir insan…

***
-Bu gün hava yine çok güzel. Gökyüzü pırıl pırıl. Kuş sürüleri havada uçuşup duruyorlar ve zaman zaman yere konup tekrar havalanıyorlar. Deniz o kadar güzel ki; sanki büyük bir düzlüğün üzerine örtü çekilmiş gibi… Masmavi bir örtü… O çocukla annesi parka geldiler yine. Çocuk salıncakta sallanıyor ve bundan çok büyük bir keyif alıyor sanki… Simitçi ve ayakkabı boyacısı da her zamanki yerini aldı. Şu genç aşıklar vardı ya hani! Bankın üzerinde koyu bir sohbete giriştiler. Bir zamanlar biz de öyleydik, değil mi üstadım? Galiba deniz kıyısına yeni bir çay bahçesi yapılıyor… Sana söz veriyorum; iyileşir iyileşmez seninle o çay bahçesine gidip şöyle okkalı tarafından birer çay yudumlayacağız. İtiraz istemem, çaylar benden ha! Anlaştık mı üstat?
Bu ve buna benzer daha nice sözler pencere kenarındaki yatakta yatan hasta tarafından hemen her gün söylenip durur. Hastane odasındaki iki hastadan biridir o. Yaşları epey ilerlemiş iki hasta insan… Duvar kenarında yatan ve durumu kendisine göre biraz daha ağır olan oda arkadaşına moral vermektedir bu sözleriyle. Çünkü arkadaşının yatağı, konum itibariyle dışarıyı görmeye imkân tanımamaktadır.
Günler birbirini kovalar durur ve nitekim pencere kenarında yatanın durumu ağırlaşır. Bağlı olduğu cihazın sinyalleri ötmeye başladığında odada ikisinden başka kimse yoktur. Duvar kenarında yatan diğeri hemen yanında bulunan ve görevlilere haber vermeye imkân tanıyan alarm düğmesine dokunabilecek durumda olduğu halde, kılını bile kıpırdatmaz. Hatta arkadaşının ölüyor olması sanki umurunda değildir. Sinyaller giderek zayıflar ve…
Her gün kendisine moral vermeye çalışan arkadaşı yoktu artık. İstediği olmuştu nihayet. Artık pencere kenarındaki yatağa geçebilecek ve ölen arkadaşından duyduğu olayları gözleriyle görebilecektir. Ne büyük keyif alacaktı kim bilir, dışarıyı seyrederken.
Bir süre sonra odaya görevliler girerler ve durumu hemen fark ederler ancak iş işten geçmiştir. Hemen diğerine dönerler. Horul horul uyuyordur, daha doğrusu uyuyormuş gibi davranıyordur. Çünkü uykuda olduğu için ona neden haber vermediğini sormayacaklardır.
Haftalardır aynı odayı paylaştığı arkadaşının cansız bedenini odadan çıkarırlar. Yeni bir hasta gelmeden pencere kenarındaki yatağa geçmenin hesabını yapmaya başlar ve görevlilerden rica eder.
-Acaba beni o yatağa alabilir misiniz?
İsteği kabul edilir. Artık dışarıyı doyasıya seyredecek ve ömrünün kalan kısmını hiç olmazsa bu şekilde geçirecektir. Heyecanı doruğa çıkmıştır. Birkaç saniye sonra bu isteğine kavuşacaktır.
Görevliler işlerini bitirip odadan çıkarlar. İşte nihayet isteğine kavuşmuştur. Yatağında ağır ağır doğrulur ve başını cama yaklaştırır. Tek gördüğü, pencereye uzaklığı üç-dört metre mesafede siyaha boyanmış koca bir duvardır.

***

Şimdi siz söyleyin lütfen! Bu kayıp, hangi maddi unsurla ölçülebilir? Bizler de farkında olmadan nice siyah duvarları seyrettiğimizin farkına ne zaman varacağız?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder