16 Nisan 2020 Perşembe
12 Nisan 2020 Pazar
ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI
ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI
Kırılırcasına dövülen kapıyı araladığında, Neccar’ı
gördü karşısında. Nefes nefeseydi Neccar. “Geliyorlar” dedi. Telaşlıydı. Onu
içeri alıp usulca kapadı kapıyı. Eliyle masanın yanında duran iskemleyi gösterip
“Otur” anlamında işaret etti. Sesinde bir sükûnet ve huzur vardı. Aldırış
etmemiş gibiydi. Masanın üzerindeki testiden bir bardak süt doldurup uzattı. “Yeni sağdım, iç” dedi.
İnsanları bir tek yaratıcının
varlığına inanmaya davet etmek için geldiği bu şehirde ilk tanıştığı kişiydi
Neccar. Silpius dağı eteklerine serpilmiş zeytinlerin gölgesinde serinlenirken
görmüştü onu. Kucağında taşıdığı oğlunun neden yürüyemediğini sormuştu. “Kötürüm”
demişti Neccar. İyileştirebileceğini söylemişti. Topladığı zeytinlerden yaptığı
merhem bir zaman sonra ayağa kaldırdı çocuğu. Şaşırmıştı Neccar. “Kimsin sen,
ey yabancı?” diye sormuştu. “Sadece bir kul” diye karşılık vermişti Pierre. O
günden sonra hem dindaş hem dost oldular. Bir yandan tebliğ görevini yapıyor, bir yandan
dünyalık geçimi için Antakya şehrinin kenar mahallelerinden birinde, sırtını
dağa yaslamış olan, Neccar’ın küçük zeytinyağı imalathanesinde çalışıyordu. Aslında
marangozdu Neccar. Hasat zamanı gelince aletlerini bırakır, son zeytinleri de
toplayıp işledikten sonra tekrar dönerdi işine. Yıllardır bu işi tek başına
yapmıştı ama şimdi bir arkadaşı vardı yanında. Toplanan zeytinler, Pierre’in
maharetli ellerinde işlenip yağa dönüştükten sonra küplere doldurulurdu.
Bazı günler halkın arasına
karışıyor, insanları inandığı dine davet ediyordu Pierre. Manevi sözlerle
ruhlara, zeytinden yaptığı merhemlerle hasta bedenlere şifa olmaya çalışıyordu.
Diğer günlerde ise küçük imalathanelerinde o güne kadar şehrin tatmadığı
lezzette zeytinyağı üretiyorlar, sabunlar, merhemler yapıyorlardı. Ürünleri
satma işi Neccar’a aitti. Pierre, tebliğ yaparken o da şehrin başka
mahallelerinde rızık kovalıyordu.
Fazla sürmedi. Şehrin bazı ileri
gelenleri, zeytin tüccarları bu durumdan rahatsız oldular. Nasıl olur da bir
yabancı kendilerinden daha kaliteli zeytinyağı üretebilir, sabunlar ve çaresiz
hastalıklara derman olan merhemler yapabilirdi? Bütün bunlar yetmezmiş gibi,
bir de yeni bir din icat edip yüzyıllardır inandıkları atalarının dininden
dönmelerini nasıl isteyebilirdi? Valinin kulağına da gidiyordu bu fısıltılar. “Aldırma”
diyordu Neccar. “Seni çekemedikleri için homurdanıyorlar.” Ama çok sürmedi. Yaka
paça valinin huzuruna çıkartıldı Pierre. Oradan da zindana gönderildi.
Artık tek başınaydı Neccar. Dünyalık
işine devam etti. Pierre’den işin inceliklerini öğrenmişti çünkü. Yalnız,
merhem yapmıyordu. Onun ayrı bir ilmi, ayrı bir sırrı olduğuna inanıyordu. Günler
birbirini kovalayıp durdu. Derken o güne kadar hiç görülmemiş biri çıkageldi.
Şehrin valisiyle dost oldu bu yabancı. Bir sohbet esnasında sözü zindandaki
Pierre’e getirdi. “Zindanda biri varmış” dedi. “Hastaları iyileştirir, ölüleri
diriltirmiş.” “Öyle söylentiler var” dedi vali Petronius. “Böyle şeylere inanan
ahmaklar ne yazık ki çıkıyor” diye de ekledi. “Bu şarlatan insanların kafasını
karıştırmış, onun nasıl bir yalancı olduğunu merak ediyorum” dedi yabancı.
Dostunun bu isteğini kıramadı Petronius. Pierre’i zindandan çıkartıp huzuruna getirtti.
“Ne istiyorsan sor” dedi yabancıya. “Sen” dedi yabancı. “Sen sahtekârın tekisin.
Hadi, bizi de kandır!”
Yabancıyı görünce kısa bir şaşkınlık
yaşadı Pierre, ama ardından hemen toparladı kendini. Başını öne eğip sessizce
bekledi. Karşısındaki adam, en yakın arkadaşı Yuhanna’dan başkası değildi. Konuşmaya
devam etti Yuhanna. “Sen” dedi. “Cüzzamlıları iyileştirir, körlerin gözünü
açarmışsın.” Başını kaldırıp Yuhanna’nın gözlerine baktı Pierre. Ağzını açıp,
tam bir şeyler söylemek üzereydi ki, “Hatta ölüleri dirilttiğini söyleyecek
kadar ileri gitmişsin” diyen Yuhanna’nın kahkahalarını duyunca vazgeçti bundan.
Valiyle birlikte salondaki herkes eşlik etti bu kahkahaya. “Vali hazretlerinden
bu düzenbaza bir fırsat tanımalarını rica edebilir miyim?” dedi Yuhanna.
“Buraya ölü birini getirin” diye emretti vali. Şehrin dört bir yanına dağılan
tellallar ahaliyi durumdan haberdar ettiler. Çok geçmeden henüz ölmüş genç
birinin bir örtüye sarılı cansız bedeni huzura getirildi. Yerde hareketsiz
yatan gencin üzerindeki örtüyü kaldırdı Pierre. Dizlerinin üzerine çöküp iki
elini üst üste getirerek parmaklarını kenetledi. Gencin göğüs kafesine bastırıp
kaldırdı ellerini. Salondakilerin alaycı bakışları arasında bir süre devam etti
bu durum. Biraz sonra “Hadi! Allah’ın izniyle kalk” dedi gence. Az önceki
alaycı bakışlar gitmiş yerlerine dehşetle açılmış kocaman gözler gelmişti.
Başka bir dünyadan gelmiş gibi etrafını anlamsız gözlerle süzen genç ise hiçbir
şey demeden çıkıp gitti. Koca salonun mermer zemininde herkes soluksuz kalmıştı.
Bütün bu olup bitene şaşırmayan tek kişi ise Yuhanna’ydı. Valinin kulağına
eğilip “Bu adam sihirbaz falan değil” dedi. “Daha önce böyle bir şeye şahit
olmadım Vali Hazretleri. Bu adamı bırakın gitsin.” Şaşkınlığı üzerinden atmakta
zorlanan vali, düşünmeden, eliyle işaret etti. “Bırakın adamı” dedi.
Mevsim kış, hava soğuktu. İmalathanenin
kapısında onu gördüğünde gözyaşlarını tutamadı Neccar. Bir yıla yakın
göremediği dostunu sevgiyle kucakladı. Oturup hasret giderdiler. Pierre’e nasıl
serbest kaldığını sordu. “Bir arkadaşım” dedi Pierre. “Muhtemel ki beni
kurtarmak için Nasıriye’den kalkıp geldi.”
Bir iki günlük dinlenmenin ardından kılık
değiştirip ne olup bittiğini öğrenmek için şehre indiklerinde onları kimse
tanıyamadı. Pazar yerinde dolaşırlarken konuşulanlara kulak verdiler. “Vali, o
adamın dinine girmiş diyorlar” diyordu birisi. “Ölsem inanmam” diyordu bir
başkası. Daha başka şeyler de konuşuluyordu. Valinin yanındaki o esrarengiz
yabancının kim olduğu gibi…
Bir “han” a girip oturdular.
Masalarına gelen yemeği yemeğe başlamışlardı ki yanlarına biri oturdu.
Neccar’ın şaşkın bakışları arasında tebessüm eden gözlerle yeni gelen bu adama
baktı Pierre. Sonra Neccar’a dönerek, “Bahsettiğim arkadaşım” dedi. Gözleri
ışıldadı Neccar’ın. Fakat konuşmadılar.
Yemeklerini yedikten sonra kalkıp dağın eteğindeki imalathaneye doğru yürümeye
başladılar. Üç kişi olmuşlardı. Yuhanna da tıpkı Pierre gibi İsa peygamberin
havarilerindendi. Masanın etrafında oturmuş taze sütlerini yudumlarken, “Vali,
iman etti” dedi Yuhanna. “Ama bunu bir süre gizleyecek. Biz ise insanları hak
yola çağırmaya devam edeceğiz.”
Günler birbirini kovaladı. Haftalar,
aylar birbiri ardına geçip gitti. Neccar, ağaçlara şekil vermeye, Pierre ve
Yuhanna tebliğe devam ettiler. Geceleri, imalathanedeki odalarında, gündüzleri
ise şehrin sokaklarında alıp verdiler nefeslerini. Halk arasından onlarla aynı
dine inananların sayısı her geçen gün artıyordu. Dikkat çekmemek için gizli
gizli buluşuyorlar, toplanıp ibadet ediyorlardı. Geceleri Neccar’da katılıyordu
onlara. Ne kadar tedbirli olsalar da bu durum kulaktan kulağa yayıldı halk
arasında. Valinin etrafını sarmış olan ekâbir takımı ve halk içindeki bazı
ileri gelenler, şehri kışkırtmaya başladılar. Bazen itilip kakıldılar bazen
dövüldüler. Artık nerdeyse kendilerini dinleyecek bir kişi bile bulamıyorlardı.
Buna rağmen yollarından dönmedi havariler. Sabırla, şefkatle anlatmaya devam ettiler.
Son dövülmelerinin üzerinden
yalnızca bir gün geçmişti. Bitkindiler. O gün şehre inmediler. Güneş batmak
üzereydi ve ortalıkta derin bir sessizlik vardı. Pierre, birkaç adım uzakta
bulunan ağıldaki keçilerden sağdığı sütü bir testiye boşalttı. İmalathaneye
dönüp testiyi masanın üzerine koydu. Kapının vurulma sesiyle irkildiler. Daha
önce hiç böyle çalınmamıştı kapı. Yaklaşıp “Kim o?” dedi Pierre. “Benim. Açın
kapıyı.”
Neccar’dı gelen. Terden sırılsıklam
olmuştu ve soluk soluğaydı. Eliyle oturmasını işaret etti Pierre. Testiden bir
kâse süt doldurup Neccar’a uzattı.
“İç ve biraz soluklan” dedi. “Kimmiş gelenler?”
“Kalabalıklar” dedi Neccar.
“Ellerinde taşlarla, sopalarla geliyorlar.”
“Yerlerin ve göklerin Rabbi olan
Allah’a sığınırız” dedi Pierre. “Her yaratılan gibi bizler de faniyiz. Sonsuz
olan yalnızca O’dur. Sen git Neccar. Ailenin yanına dön.”
İmalathanenin arkasında dağa doğru çıkan gizli bir
geçit vardı. Oradan çıkıp gidebilirdi Neccar. Yapmadı. “Sizi burada yalnız
bırakmam” dedi.
Kapıyı kırıp içeri daldılar. Bir
tarafta içleri zeytinyağı dolu küplerin yanında duran üç kişi, diğer tarafta
sayılamayacak kadar insan vardı. Birçoğu ise dışarıda bekliyordu. Önde duran ve
sanki gözlerinden ateş çıkıyormuş gibi öfkeyle bakan biri ağzından köpükler
saçarak hiddetle konuşmaya başladı. “Biz atalarımızın dini üzereyiz, boşuna
uğraşmayın dedik. Size buradan defolup gitmenizi söyledik. Hangi cüretle
atalarımızın dininden dönmemizi istediniz? Hangi akılla, bunu yapabileceğimizi
düşündünüz?”
Galeyana geldi kalabalık. Ellerindeki
taşları fırlatmaya başladılar. Neccar, kendini siper etmeye çalışıyor, “Durun,
ey halkım!” diyordu. “Yapmayın. Onlar gerçekleri anlatmak için gelmiş tertemiz
insanlar... Onlara uyun. Taşkınlık yapmayın. İman edin ki kurtuluşa eresiniz.” Neccar’ın
sözlerini duyan yalnızca Pierre ve Yuhanna’ydı. Durmadılar. Neccar, yerde
hareketsiz kalıncaya kadar taşları olanca güçleriyle fırlatmaya devam ettiler.
Bağrışmalar bitmiş, sesler kesilmişti. Dudakları hafif kımıldayan Neccar’ın başından
ise ince bir kan sızıyordu.
Pierre
ve Yuhanna’yı yaka paça dışarı çıkardılar. Sopalarla vura vura şehrin büyük bir
meydanına getirdiler. Meşalelerin aydınlattığı meydanda, duvarlara, inip kalkan
sopaların gölgeleri düşüyor, imalathane ise çatlamış bir küpten sızan yağın, yerde
hareketsiz yatan Neccar’ın kanıyla birleşmesine şahitlik ediyordu.
DİKENLER TACI
DİKENLER
TACI
Bir
köşesinde büzülmüş duruyordu bahçenin, Dikenler Tacı.
Papatya,
laleyle konuşuyor; el sallıyordu menekşeye, gül.
Yayarken
etrafına eşsiz kokularını, Manolya.
Gül
dalında şarkılar söylüyordu bülbül.
Yaklaştı
bahçıvan, “Susadın mı sen?” dedi.
“Al,
iç kana kana.”
Sesi
ne kadar içtendi.
Şefkatle
okşadı manolyayı.
Sonra
döndü arkasına.
Eğilip
kokladı lavantayı.
Dikenler
tacı, az ötede sessizce duruyordu.
Bahçıvandan
küçük bir dokunuş umuyordu.
Bağırdı
avazı çıktığınca, sessiz bir feryattı bu.
O
kadar meşguldü ki bahçıvan, görmedi bile onu.
Büktü
boynunu, bir “ah” çekti derinden.
Solup
gidecekti nerdeyse, kederinden.
Kaç
zamandır böyleydi, hep böyle mi olacaktı?
Herkes
gülüp eğlenirken o hüznünden solacaktı.
Günler,
haftalar geçti, aylar kovaladı yılları.
Her
batan günün ardından biraz daha soldu yaprakları.
Sivrildi
dikenleri ama! Uzadı kocaman oldu.
Ayrım
yapmadı hiç, önüne gelene batıp durdu.
Çünkü
öfkeliydi, yaralıydı Dikenler Tacı
Ey
bahçıvan! Sendeydi belki bu yaranın ilacı.
Ya
da;
Yaklaştı
usulca bahçıvan, çömelip oturdu yanına.
Mütebessim
bir yüz ile baktı Dikenler Tacı’na.
Okşadı
dikenli taç yaprakları, parmağının ucuyla.
Bir
bakış attı şefkatle, şöyle bir göz ucuyla.
Eğdi
dikenlerini Dikenler Tacı, korktu batar diye.
Biraz
mahcup, biraz şaşkın, bu büyük bir hediye.
O
günden sonra hep büyüdü o taç yapraklar.
Küçülürken
dikenler.
Çünkü
değmişti onlara,
Dokunmuştu
sihirli eller.
Mustafa
ECEVİT
2019
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Yaşamımızın vazgeçilmezidir konuşmak. Zorunlu bir ihtiyaç... Hayatımızın olmazsa olmazlarından... Dünyayla bağlantımızı, beşeri münasebetler...
-
ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI Kırılırcasına dövülen kapıyı araladığında, Neccar’ı gördü karşısında. Nefes nefeseydi Neccar. “Geliyorlar” dedi....
-
Bu haftaki yazımızda, çocuğun gelişimini olumsuz etkileyen, onu bizden ve kutsal varlıklardan soğutan ve ne yazık ki anne babalar tarafından...