14 Mart 2009 Cumartesi

Kaybolan Yıllar

Hoşgörü sözcüğünün anlamı o kadar geniştir ki; hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Toplumlar bu sözcüğün anlamını hayatlarına tatbik ettikleri müddetçe huzur ve sükunet içinde yaşama fırsatı bulurlar. Aksi takdirde yaşam sancılı bir doğum haline gelir ve her gün birileri bu sancıyı çekmek zorunda kalır. Akıllarda “Acaba bana ne zaman sıra gelecek?” sorusu her zaman tazeliğini korur.
Ne yazık ki bırakın farklı bir ırktan ve dinden olmayı aynı milliyete ve aynı dini inançlara sahip olmamız bile birbirimizi incitmekten alıkoyamıyor bizleri. Bu kutuplaşma nasıl bu kadar ileri boyutlara ulaştı? Aynı çatı altında yaşayan aile mensupları arasında bile çok farklı anlayışlar ve buna bağlı olarak anlaşmazlıklar meydana geliyorsa, bir baba veya anne, oğluna veya kızına söz geçiremiyorsa “Nereye gidiyoruz?” sorusu zihinlerimizin bir köşesinde her an canlılığını korumalıdır.
Sokakta yürüyor, çok değişik tarzda giyinen, farklı saç modeline sahip olan insanlar görüyoruz. Herkesi kendi farklılığı içerisinde kabullenip benimseyebiliyor muyuz? Eğer bunu yapıyorsak insana değer veriyoruz demektir. Arkasından bir süre izleyip sonra hakkında ileri geri konuşuyor hatta sövüp sayıyorsak ne yazık ki hoşgörü adına hiçbir şeye sahip değiliz. İnsanları kılık-kıyafetlerinden dolayı yargılamak, haklarında olumsuz düşüncelere kapılmak son derece yanlış hatta utanılması gereken bir durumdur. Bizleri birbirimize tahammül edemez hale getiren en belirgin unsurlardan biri de bu şekilciliktir. Birbirimizin fikirlerine, icraatlarına önem vermek, desteklemek gerekirken “tipi hoşuma gitmiyor, ondan hiçbir şey olmaz”  demek kolayımıza geliyor nedense.
Hz. Mevlana’ya her fırsatta sahip çıkarız fakat onun “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü” sözünü aklımıza dahi getirmeyiz. İnsanın iç dünyasıdır önemli olan. Dışa kapılır gidersek çağdaş uygarlık seviyesini daha uzun yıllar kovalamaya devam ederiz. Düşünen, üreten beyinleri köreltmeye çalışırsak, onları siyasi görüşlerinden veya dini inançlarından dolayı engellersek, hatta saf dışı bırakmaya çalışırsak ülkemizin geleceğine sekte vurmuş olmaz mıyız?
“Tek tip insan modeli” diye bir kavramdan geçen haftaki yazımızda da bahsetmiştik. Böyle bir anlayış ancak Ortaçağ Avrupa’sı için geçerli olabilecek bir durumdur. “Dünya dönüyor” demenin yasak olduğu bir Ortaçağ Avrupa’sı… Oysa günümüz Avrupa’sı ne kadar da farklı değil mi? Bilim ve teknolojide ilerlemiş, toplumsal sorunlarını büyük ölçüde çözmüş bir Avrupa… Üstelik kanlı iki büyük savaş yaşamasına rağmen ayağa kalkmayı başarabilmiş bir topluluk… Medeniyeti bizden öğrenen fakat günümüzde bize medeniyet satan Avrupa… Biz Osmanlının gerileme döneminden itibaren geri viteste gerilemeye devam ederken, her geçen gün biraz daha ilerleyen bir Avrupa… Onların hukukunu, kanununu kabul etmemiş miydik? Onlar gibi olmayı tercih etmemiş miydik? O halde bizlerin de bu gün onların yakalamış olduğu seviyeyi yakalamamız gerekmez miydi? Gerekirdi… Ama yakalayamadık. Birbirimizi yemekten, eleştirmekten, öldürmekten, dışlamaktan, aşağılamaktan, süründürmekten, sürgün etmekten, fişlemekten vakit bulamadık!
Bizim gibi düşünmüyor, bizimle aynı inançtan değil diyerek körelttik insanımızı. Hep bir şeylerden korktuk ama neyden ve niçin korktuğumuzu bile bilemedik. Komünizm, faşizm, sağ-sol, irtica gibi kavramlarla uğraşıp durduk. Türkiye elden gidiyor, cumhuriyetin temellerine dinamit koyuluyor yaygaralarını kopardık hep. Oturduğu eski evini yada kullandığı arabayı bile değiştirmeye gücü yetmeyen insanları, devletin temellerini değiştirmeye çalışmakla suçladık. Her kesimden çok sayıda bilim adamını, fikir insanını hapislerde çürüttük. Sonuçta görüldü ki Türkiye hiçbir yere gitmiyor ve cumhuriyet sapasağlam ayakta.
Bize kalan ise, geçmişin hatırlamak dahi istemediğimiz hüzünlü sayfaları oldu. Bir de acılarla, kırgınlıklarla, pişmanlıklarla sarmalanmış kayıp yıllar...

13 Mart 2009 Cuma

Adalet

Fatih Sultan Mehmet, yeni yaptıracağı caminin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim eder. Mimar, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar Sinan-ı Atik, padişah aleyhine dava açar. Fakat ne Galata ne de Eyüp kadılığı padişahı yargılamayı göze alamaz. Mimarın şikayetini Üsküdar Kadısı Hızır Bey kabul eder ve davayı açar. Mahkemeye celb edilen büyük padişah, baş köşeye geçmek isterse de davacıyla birlikte mahkeme huzurunda ayakta bekletilir. Yargılama sonunda, padişah suçlu bulunur. Ceza olarak mimara yapılan haksızlığın aynısının tatbik edilmesine, yani padişahın elinin kesilmesine karar verilir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu büyük karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Mimar, kısası istemediği için, Fatih, günde on altın tazminata mahkum olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır. Böylece padişahın eli kesilmekten kurtulur.
Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, mahkemenin kararından sonra Fatih çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla senin başını paramparça ederdim” der. Kadı Hızır Bey Çelebi’de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir:
 “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik-deşik ederdim.”
Bu olaydan kim ne anlar bilinmez ama gerçek olan şu ki; böyle bir adaleti sanırım hiç kimse istememezlik etmez. Çalkantılı bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde ülkemiz için en güzelinin, en doğrusunun yapılmasını ümit etmeliyiz.
Yargı işini yargı kurumlarına bırakarak biz işimize dönelim. Her zamanki gibi bizim işimiz evde ve okulda eğitimdir. Adaletten söz açmışken anne-babalar olarak kendimize de bir bakmamız gerekiyor. Çocuklarımız arasında olmamız gerektiği gibi olabiliyor, adaletli davranıyor muyuz? Herhalde bu soruya hiç kimse “Hayır! Ben davranmıyorum” diye cevap vermez ancak bazen farkında olmadan bu hataya düştüğümüzü kabul etmemiz gerekiyor. Özellikle küçük çocuklar büyükleri karşısında biraz daha korunurlar ki bu gayet normaldir. Bazen büyükler küçüklere karşı baskı kurabilir ve bunu önlemek de biz anne-babalara düşer. Bu konuda hassas olmalı şişi de kebabı da yakmamalıyız. Çocuklar arasında adaletli olmak her konuda çok önemlidir. Birisine aldığımız herhangi bir şeyden öteki asla mahrum olmamalı. Çocuklar paylaşmayı ailede öğrenmeli. Bencil yetiştirilmiş bir çocuk aileler için problem olabilir.
            Çocuklar arasında adaletli davranmamız gereken en önemli konuların başında ise sevgi geliyor. Çocuklar bu konuda çok hassastır. Bizler farkında olamayabiliriz ama onlar en ufak bir hatamızı dahi kaçırmazlar. Burada ise büyük çocuklarımızı incitmemeliyiz. Çünkü küçükler daha fazla ilgi görür. Dengeyi çok iyi kurmamız bir mecburiyettir. Kız çocuklar kendilerini sevdirmeyi başarırlar. Bu onların yapıları gereğidir. Erkek çocuklar ise bunu beceremezler. İşte çocuklar arasında ki ince çizgi budur. Biz anne- babalar bu hususu asla göz ardı etmemeliyiz. Bazı ailelerde kızlara olan aşırı ilgi gelişim çağındaki çocuklarda kişilik bozukluğuna neden olabilmekte ve ilerde cinsiyet problemi yaşanabilmektedir. Erkek çocuk kızlara özenmekte ve onlar gibi davranabilmektedir. Bu durum oldukça ciddi bir problemdir ve buna sebep olan da ne yazık ki sorumsuz ailelerdir.
            Her konuda olduğu gibi çocuklarımız arasında da adaletli olmaya, sevgimizi onlara eşit olarak yansıtmaya çalışalım. Bu konuda kendimizi sorgulayalım lütfen…