Hoşgörü sözcüğünün anlamı o kadar geniştir ki; hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Toplumlar bu sözcüğün anlamını hayatlarına tatbik ettikleri müddetçe huzur ve sükunet içinde yaşama fırsatı bulurlar. Aksi takdirde yaşam sancılı bir doğum haline gelir ve her gün birileri bu sancıyı çekmek zorunda kalır. Akıllarda “Acaba bana ne zaman sıra gelecek?” sorusu her zaman tazeliğini korur.
Ne yazık ki bırakın farklı bir ırktan ve dinden olmayı aynı milliyete ve aynı dini inançlara sahip olmamız bile birbirimizi incitmekten alıkoyamıyor bizleri. Bu kutuplaşma nasıl bu kadar ileri boyutlara ulaştı? Aynı çatı altında yaşayan aile mensupları arasında bile çok farklı anlayışlar ve buna bağlı olarak anlaşmazlıklar meydana geliyorsa, bir baba veya anne, oğluna veya kızına söz geçiremiyorsa “Nereye gidiyoruz?” sorusu zihinlerimizin bir köşesinde her an canlılığını korumalıdır.
Sokakta yürüyor, çok değişik tarzda giyinen, farklı saç modeline sahip olan insanlar görüyoruz. Herkesi kendi farklılığı içerisinde kabullenip benimseyebiliyor muyuz? Eğer bunu yapıyorsak insana değer veriyoruz demektir. Arkasından bir süre izleyip sonra hakkında ileri geri konuşuyor hatta sövüp sayıyorsak ne yazık ki hoşgörü adına hiçbir şeye sahip değiliz. İnsanları kılık-kıyafetlerinden dolayı yargılamak, haklarında olumsuz düşüncelere kapılmak son derece yanlış hatta utanılması gereken bir durumdur. Bizleri birbirimize tahammül edemez hale getiren en belirgin unsurlardan biri de bu şekilciliktir. Birbirimizin fikirlerine, icraatlarına önem vermek, desteklemek gerekirken “tipi hoşuma gitmiyor, ondan hiçbir şey olmaz” demek kolayımıza geliyor nedense.
Hz. Mevlana’ya her fırsatta sahip çıkarız fakat onun “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü” sözünü aklımıza dahi getirmeyiz. İnsanın iç dünyasıdır önemli olan. Dışa kapılır gidersek çağdaş uygarlık seviyesini daha uzun yıllar kovalamaya devam ederiz. Düşünen, üreten beyinleri köreltmeye çalışırsak, onları siyasi görüşlerinden veya dini inançlarından dolayı engellersek, hatta saf dışı bırakmaya çalışırsak ülkemizin geleceğine sekte vurmuş olmaz mıyız?
“Tek tip insan modeli” diye bir kavramdan geçen haftaki yazımızda da bahsetmiştik. Böyle bir anlayış ancak Ortaçağ Avrupa’sı için geçerli olabilecek bir durumdur. “Dünya dönüyor” demenin yasak olduğu bir Ortaçağ Avrupa’sı… Oysa günümüz Avrupa’sı ne kadar da farklı değil mi? Bilim ve teknolojide ilerlemiş, toplumsal sorunlarını büyük ölçüde çözmüş bir Avrupa… Üstelik kanlı iki büyük savaş yaşamasına rağmen ayağa kalkmayı başarabilmiş bir topluluk… Medeniyeti bizden öğrenen fakat günümüzde bize medeniyet satan Avrupa… Biz Osmanlının gerileme döneminden itibaren geri viteste gerilemeye devam ederken, her geçen gün biraz daha ilerleyen bir Avrupa… Onların hukukunu, kanununu kabul etmemiş miydik? Onlar gibi olmayı tercih etmemiş miydik? O halde bizlerin de bu gün onların yakalamış olduğu seviyeyi yakalamamız gerekmez miydi? Gerekirdi… Ama yakalayamadık. Birbirimizi yemekten, eleştirmekten, öldürmekten, dışlamaktan, aşağılamaktan, süründürmekten, sürgün etmekten, fişlemekten vakit bulamadık!
Bizim gibi düşünmüyor, bizimle aynı inançtan değil diyerek körelttik insanımızı. Hep bir şeylerden korktuk ama neyden ve niçin korktuğumuzu bile bilemedik. Komünizm, faşizm, sağ-sol, irtica gibi kavramlarla uğraşıp durduk. Türkiye elden gidiyor, cumhuriyetin temellerine dinamit koyuluyor yaygaralarını kopardık hep. Oturduğu eski evini yada kullandığı arabayı bile değiştirmeye gücü yetmeyen insanları, devletin temellerini değiştirmeye çalışmakla suçladık. Her kesimden çok sayıda bilim adamını, fikir insanını hapislerde çürüttük. Sonuçta görüldü ki Türkiye hiçbir yere gitmiyor ve cumhuriyet sapasağlam ayakta.
Bize kalan ise, geçmişin hatırlamak dahi istemediğimiz hüzünlü sayfaları oldu. Bir de acılarla, kırgınlıklarla, pişmanlıklarla sarmalanmış kayıp yıllar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder