21 Mart 2010 Pazar

Karadeniz Lokomotiftir

Milli ve manevi duygulardan yoksun insanlar çoğu konuda zafiyet içerisine düşmekten kurtulamazlar. Bu iki duygu bir elin parmakları misalidir. Yani insan aynı anda bu ikisine sahip olmalıdır ki hataya düşmesin. Sadece milli duygularla bezeli olup maneviyattan uzak olmak beraberinde bir takım sorunları da getirecektir. Tam tersi, milli duygulardan yoksun fakat manevi duyguları güçlü olanlarda da aynı sorun ortaya çıkabilir. Yani maneviyat tek başına yeterli değildir. Nitekim bunu 1. Dünya savaşı yıllarında ağır bedeller ödeyerek öğrendik. Aynı dine inanan iki millet olmamız Arapların bize ihanetine engel olamadı ne yazık ki. Nice vatan evladını çöllerde toprağın bağrına bırakmak zorunda kaldık. Benzer durumlar günümüzde de yaşanmıyor değil.
Ülkemizde son yıllarda suç oranında meydana gelen artışlar başka neyle izah edilebilir? Hırsızlık, tecavüz, gasp ve cinayet gibi suçları işleyen fertlerin hayatları araştırıldığında bu kişilerin bir takım erdemlerden uzak olduğu açıkça görülecektir. Bir kişinin milli duygularının yüksek olması onun bu suçları işlemeyeceği anlamını gelmez. Çünkü bu suçlar maneviyattan uzak kişiler tarafından gerçekleştirilir. Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek anlamına geldiğini bilmeyenler gözünü kırpmadan cinayet işler. Ahlâksız bir ortamda yetişen, içinde insan sevgisi bulunmayan, manevi duygulardan bihaber olarak yaşamış insan bu fiilleri işleyecektir. Çünkü böyle insanlar için ahlâk, sevgi, kul hakkı, ilahi emir gibi kavramlar bir anlam ifade etmezler. Bu kavramlardan uzak bir hayat tarzına sahip olanlar her an patlayabilecek bir bomba gibidirler. Nerede ne zaman patlayacakları ve kimlere zarar verecekleri belli değildir. Eğer bir ülkedeki televizyonlar, haber programlarında çoğunlukla olumsuz haber sunuyorlarsa oturup düşünülmeli ve bunun sebeplerini ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atılmalıdır. Maneviyattan uzak olmak toplumda kaosa neden oluyor, insanlar huzursuz bir hayat sürüyorlar. O halde herkes üzerine düşeni yapmak zorundadır. Her aile çocuğuna bu duyguları aşılamalı ve takibini yapmalıdır.
Günümüzde misyonerlik faaliyetleri farklı bir boyut kazanmıştır. Misyonerlerin amacı  günümüzde insanları kendi dinlerine çekmek değil, onları körelterek, hissizleştirerek, milli-manevi duygulardan yoksun bırakarak düşünce yapılarını değiştirmektir. Böyle olunca zaten gerisi kendiliğinden gelecektir. Bizler Türk-İslam bir milletiz. Yaşam tarzımız bu iki unsur üzerine kuruludur. Düşüncelerimiz bu ikisi üzerine şekillenmiştir. Ancak, zihinlere atılan fitne tohumları bazen düşüncelerde karışıklık meydana getiriyor. Buna müsaade etmemeliyiz. Özellikle Trabzon halkı olarak bizler daha titiz olmak zorundayız. Ortaya atılan çok çirkin bir iddia var. Trabzon halkının büyük bir çoğunluğu Rum dönmesi imiş! Geçmişte bu topraklarda Rum imparatorluğunun hüküm sürmüş olması bizlerin kökeninin Rum olduğu anlamına gelmez. Böylesi iddialara sadece gülüp geçmeliyiz. Ciddiye almak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Yüzyıllar boyunca Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hüküm sürmüş olmamız bugün Avrupalıların kökeninin Türk olduğunu mu gösterir? Böyle saçma bir düşünce olabilir mi? Kasıtlı olarak ortaya atılan bu saçmalıklar, insanımızın milli duygularında tahribat yapmak amacından başka bir şey gütmemektedir. Bu tür söylemlere pirim vermemek ve ciddiye almamak gerekir.
Tek yapmamız gereken birbirimize kenetlenmek ve aramıza sokulmaya çalışan fitne tohumlarını çürütmektir. Karadeniz insanı bu ülkenin asli unsurudur. Karadeniz, bu ülkenin göz bebeğidir. Karadeniz, bu ülkenin olmazsa olmazıdır. Milli duygularını kaybetmiş bir Karadeniz düşünülemez. Karadeniz, bu ülkenin lokomotifidir. Lokomotifte meydana gelebilecek bir arıza koca bir treni yolda bırakır. Yolda kalmış bir tren ise hırsızlar, çapulcular, talancılar, yağmacılar tarafından tarumar edilir. Karadeniz halkı milli ve manevi duygularına şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da sımsıkı sarılmalıdır.

16 Mart 2010 Salı

Barınağım

Trabzon Belediyesi ile Türkiye Yazarlar Birliği Trabzon Şubesi tarafından ortaklaşa “Trabzon” konulu Deneme ve Şiir yarışması düzenlendi. Öncelikle böyle bir organizasyon için her iki kuruma da teşekkür ederiz. Bu tür kültürel faaliyetler,  sanat ve kültür şehri olan Trabzon için son derece önemlidir ve devamlılık isteyen faaliyetlerdir. Yarışmaya katılımın üst düzeyde olması ise sevindirici başka bir boyut. İki yüzü aşkın şiir ve yetmişe yakın deneme metni yarışmaya ilginin ne kadar fazla olduğunun açık bir göstergesi.
            Biz de, çorbada tuzumuz bulunsun düşüncesiyle katıldık bu yarışmaya. Elbette ödül kazanmış olmayı isterdik ancak sonuçta bu bir yarışma ve herkesin kazanması mümkün değil. Dereceye giren katılımcıları yürekten tebrik ediyoruz.
İşin en önemli boyutu ise bu eserlerin kitaplaştırılarak Trabzon için kültürel bir mirasa dönüştürülecek olmasıdır. Bu vesileyle yarışmayı düzenleyenlere bir kez daha teşekkür ediyor ve çorbaya kattığımız tuzu siz değerli okurlarımızın damak tadına bırakıyoruz.



 SEN BENİM BARINAĞIM…

Bu akşam Boztepe’den bir başka baktım sana.
Bir gelin misaliydin, yaldızlarla süslenmiş.
Aşk sadece güzele yanmak değilmiş meğer,
Anladım, anladım ki; aşk bambaşka bir şeymiş.

Karşımda duruyorsun bütün zarafetinle.
Dokunmak için sana, uzattım kollarımı.
Sen benim geçmişimsin, bugünüm, geleceğim.
Ve ben sana bağladım bütün umutlarımı.

Belki kopmayışımın nedeni bu, kim bilir?
Yüreğime kazınan sevgindir tutan beni.
Ben seni aldatamam başka hiçbir şehirle
O halde söyle bana, nedir korkutan beni?

Dalgaların sesiyle açılan bu gözlerim.
Kapansın istiyorum yine aynı seslerle.
Haykırmak istiyorum sana olan sevgimi.
Bu yıldızlı gecede ve karmaşık hislerle.

Sar beni, ısıt beni bu üşüten gecede.
Birlikte uyuyalım, kapansın gözlerimiz.
Başkası değil sen sil, akan göz yaşlarımı.
Belki gün doğumunda değişir kaderimiz.

Asırlar öncesinden çıkıp gelen bir devsin.
Karadeniz boyları sırdaş olmuş seninle.
Dağlarından yücedir o eşsiz yaylaların
Horon, hamsi, Boztepe  yoldaş olmuş seninle.



Geçmişe ayna tutan surlar dimdik ayakta.
Tarih kokusu gelir her bir sokak başından.
Bize sevgili oldun. Ey, Türk’ün göz bebeği!
Kimler kaşık almadı bilmiyorum aşından.

Bağrında saklı duran yitik hazineleri
Gün yüzüne çıkar da bütün beşer öğrensin.
Artık bir tebessüm et sana yanık gözlere.
Tazele umutları, tazele ki yeşersin.

Gerçi saymakla bitmez sendeki güzellikler
Bilmem dünyada var mı Uzungöl’ün bir eşi.
Her bir mevsim bir başka tat bırakır görende.
Ülkemiz kâinatsa, sensin onun güneşi.

Çam kokulu dağlarda yankılanır kemençe.
Çağıldayan dereler ona eşlik ediyor.
Akıp denize giden billur gibi suların.
Böylesi bir zarafet  başka nerede diyor.

Sen iki satır söze sığacak şehir misin?
Hangi kalem hakkıyla anlatabilir seni?
Seni yazan kitaplar rafları doldursa da.
Okuyan değil ancak yaşayan bilir seni.

12 Mart 2010 Cuma

Bazen Tilki Olmalı

Boşboğazlığımız yüzünden bazen öyle zor durumlarda kalırız ki, gerçekleri söylemiş olsak bile. Ya da birilerine şirin görünme çabası içerisine girerek -argo tabirle-  yağcılığa soyunduğumuzda…  Oysa insan bulunduğu yere ve şartlara göre hareket etmelidir. Kendisini ilgilendiren, başka şahıslarla alakalı olmayan konularda söylenmesi gereksiz olan sözler, kendisine zarar verecekse, bu sözler doğru olsa dahi susmalıdır.
Ormanlar Kralı Aslan, tebaası altında bulunan diğer hayvanları bazı konular hakkında fikirlerini sormak maksadıyla sarayına davet etmiş. Davete icabet eden hayvanlardan biri olan ayı:
“Sayın Kralım” demiş. Sarayınız ne kadar da pis kokuyor. Bu kokudan rahatsız olmuyor musunuz, nasıl yaşıyorsunuz burada?
Herkesin gözü önünde böylesine bir patavatsızlığa oldukça sinirlenen Aslan:
“Sen benim sarayım hakkında nasıl böyle aşağılayıcı bir söz sarf edersin?”  diyerek bir pençe darbesiyle ayıyı yere serer ve öldürür. Bu durumu gören maymun hemen ileri atılır ve:
“Sevgili Kralım, ben tam aksini düşünüyorum. Çünkü ayının dediğinin gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Sarayınız mis gibi kokuyor. Siz de buna layıksınız zaten” der.
Aslanın tavrı değişmez. “Sen bana şirin görünmek için yalakalık yapıyorsun” diyerek bir pençe darbesi de maymuna indirir ve onu da yere serer.
O sırada gözüne tilki ilişir. Tilkiye yaklaşarak kızgın gözlerle bir müddet süzer onu. Sonra sırtını döner ve tahtına doğru ağır ağır ilerlerken sorar:
“Söyle bakalım tilki. Bu konuda sen neler düşünüyorsun. Sarayım gerçekten pis mi kokuyor yoksa mis gibi mi?”
Ayı ve maymunun başına gelenleri görmüş olan tilki kısa bir an duraklar ve kendinden emin konuşmaya başlar.
“Sayın Kralım! Bu günlerde havalar biraz soğudu ve ben de maalesef nezle oldum. Bu nedenle koku alamıyorum. Sorunuza cevap vermek isterdim ama görüyorsunuz ki buna imkân yok” der ve bu sözleriyle ölümden kurtulur.
Her zaman doğru olalım ancak her doğruyu her yerde söylemeyelim. Hiçbir zaman birilerine şirin görünme çabasına girmeyelim. Olduğumuz gibi görünelim. Bununla birlikte şartlar gerekli kılmışsa bazen tilki olmakta da fayda vardır.

Okumuyoruz

Kitap, dergi, gazete… Kültür seviyesi yüksek toplumların vazgeçilmez unsurlarıdır. Okuyan insan düşünen insandır. Düşünen insan ise muhakemeyi, karşılaştırma yapmayı, olaylara farklı açılardan bakabilmeyi, hayatı anlamlı yaşamayı becerebilen insandır.
En büyük eksikliklerimizden birisidir okumamak. Toplumsal bir sorundur ve ortadan kaldırılması için ciddi çalışmalar yapılması elzemdir. Toplum olarak okumadığımız doğrudur. Bunun nedenleri üzerinde durmak ve bu duruma sebebiyet veren unsurları ortaya çıkarmak kaçınılmazdır.
Sokağa çıkıp insanlara okuma alışkanlıkları hakkında sorular sorsak, en çok şu cevapları alacağımızdan emin olabilirsiniz.
“Zamanım yok.” “Kitaplar çok pahalı, alma imkânına sahip değilim.”  
Aslında bunlar kaçamak cevaplardır ve asıl sebep başkadır. Maalesef okumamamızın asıl sebebi böyle bir alışkanlık kazanamamış olmamızdır. Zararın neresinden dönersek kârdır. Yetişkinler için geç kalmış olabiliriz ancak yeni nesillerimize bu alışkanlığı kazandırmak bizlerin elinde.
Evde anne-babalar, okulda öğretmenler bu sorunun üzerine kararlılıkla gitmelidirler. Çocuklar için, geleceğimiz için fedakârlık etmelidirler. Düzenli okuma alışkanlığı kazandırmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Bunu başarmak çok zor değil. Yeter ki istekli olunsun, gayret edilsin.
O halde ilk iş örnek olmaktır. Çocuk, anne-babasının, öğretmeninin elinde kitap görürse etkilenecek ve bu davranışı zamanla kazanacaktır. Özellikle ev ortamı bu amacı gerçekleştirmek için en uygun yerdir. Ama ne yazık ki çocuklarımız için günde yarım saat bile buna zaman ayırmıyoruz. Televizyondaki programların, dizilerin, yarışmaların cazibesi bizleri bundan alıkoyuyor! Oysa onlara ayırdığımız zamanın onda birini okumaya ayırsak yeterli olacaktır.
İkinci olarak çocuklarımıza ilgi çekici kitaplar hediye etmeli ve okumaya teşvik etmeliyiz. Onları zaman zaman kütüphaneye götürmeli, hoşlarına gidecek dergiler almalı, okuduğu kitap sayısı belli bir rakama ulaşınca bir hediyeyi hak edeceği söylenmeli, bu ve benzer yöntemlerle çocuk motive edilmelidir.
Okuma alışkanlığı konusunda yapılan araştırmalar acı bir gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Amerika, Japonya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde okuma alışkanlığı ortalama  %15-20 arasındayken bizde maalesef  % 1 bile değil. 75 milyonluk bir ülke için faciadır bu rakam.  Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’nda kitap okuma oranında Türkiye, 173 ülke arasında ne yazık ki 86. sırada bulunmaktadır. Herkes oturup düşünsün…
Bizler köklü bir milletiz. Tarihe damgasını vurmuş bir milletiz. O halde olmamız gerektiği gibi olalım. Vaktimizi ne kendimize, ne toplumumuza faydası olmayan lüzumsuz işlerle katletmeyelim. Ekranların karşısında saatlerimizi harcamayalım. İşimizi yapalım. Üzerimize vazife olmayan işlere burnumuzu sokmayalım. Kendimizle bir anlaşma yapalım ve buna sadık kalalım. “Ben, çocuğuma okuma alışkanlığı kazandırmak için elimden geleni yapacağım” diyelim ve yapalım…