26 Nisan 2010 Pazartesi

...Tan ...Tana

Dünyanın düzeni bozuldu gitti.
Herkes âlim oldu, atan atana.
Şeref,  paralandı ayağa düştü.
Götürüp pazara, satan satana.

Bak şu işe hele, dön de iyi bak.
Ayıplanır olmuş dürüst yaşamak.
Alışverişte de kalmamış ahlâk.
Birbirine kazık, atan atana.

Helal imiş, haram imiş kime ne?
Herkes bir fetvacı bulmuş kendine.
Kimse sormaz yanlış nedir, doğru ne?
Haram tatlı olmuş, yutan yutana.

Devletin malını deniz ettiler.
Değirmen misali hep öğüttüler.
Utanmayıp, nerdeyse tükettiler.
Kendine eğri yol tutan tutana.

Ayaklar uzanmaz yorgana göre.
Sorulmaz mı bu işin sonu nere.
Gırtlağa kadar borç nasıl ödene?
Esnaf havlu atmış, batan batana.

Hoşgörü denen şey rafa atılmış.
Haysiyet, ar, onur pula satılmış.
Ufak  tebessüm bile unutulmuş.
Birbirine kaşın, çatan çatana.

Kanaat sözcüğü, sözlükte kalmış.
Herkesi lüks yaşam isteği sarmış.
Renkler dahi anlamını yitirmiş.
Siyahı, beyaza katan katana.

Huzur girmez olmuş nice haneye.
Şeytan uğramaz olmuş meyhaneye.
Nere gidiyoruz böyle nereye?
Uyanın ey millet, yatan yatana.

18 Nisan 2010 Pazar

Sızlatma Kemiklerini

Bu gün 18 Nisan. 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümü üzerinden tam olarak bir ay geçti. Tarihe altın harflerle yazılan bu muhteşem zaferin üzerinden yıllar akıp gitti, beraberinde insani değerlerimizi de yanında götürerek… Bizlere bu vatanı bırakmak için, düşman çizmeleri altında kutsal değerlerimizin çiğnenmemesi için, ay-yıldızlı al sancağın göklerde dalgalanmaya devam etmesi için canlarını feda eden yüz binlerce vatan evladının canını düşmanın top, tüfek mermileri belki yakmadı ama ne acıdır ki bizler yakıyoruz.
Onlar mukaddes bir dava uğruna ve mukaddes bir yolda yaşama veda ettiler. Bizlere düşen ise onların aziz hatıralarına sahip çıkmak, onların tertemiz ruhlarını incitmemek olmalıydı. Onların emanetine sahip çıkmak lafla olmuyor. Bizler bu hale gelecek bir millet değiliz. Nedir bizi ecdadımızın manevi hatırasına saygısızlık etmeğe iten o haklı gerekçe!...
Üç yıl önceydi. Çocuklarım, kendilerine bu vatanı emanet eden ve bunu canıyla ödeyen ecdadını iyi tanısın, öğrensin düşüncesiyle Gelibolu yarımadasını büyük bir heyecanla gezmeye başlıyoruz. Tabiri caizse adım başı şehitlik… Mezar taşlarını okuyorum. “Osman oğlu Ali Rıza, Antep, yaş 21”  “İdrisoğlu Temel, Akçaabat, yaş 21” Hasan oğlu İsmail, Halep, yaş 22” ve koca imparatorluğun her yerinden böyle yüzlerce mezar taşı… Gözyaşları arasında okuduğumuz fatihalardan sonra arkamıza baka baka uzaklaşıyoruz bir şehitlikten. Az ötede karşınıza başka bir şehitlik çıkıyor. Az önce anlattıklarımın aynısı ile karşılaşıyorsunuz. Yaş ortalamaları 22’yi geçmeyen binlerce şehit. Bedenleri toprağın altında fakat ruhları kim bilir nereleri müşahede ediyor… Yolunuza devam ediyorsunuz. Yavaş yavaş kalabalıklar göze çarpıyor ve yüreğinizi acıtan olayların başlangıcı beliriyor apansız karşınızda. Şehitlik ve yanında hediyelik eşya satıcıları…. Orası turistik bir mekân mı ki hediyelik eşya satışı yapılıyor? Daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Takdir sizin.
Şehitlikleri gezmeye devam ediyoruz. Tek bir neferi bile kalmamış olan 57. Alay şehitliği çıkıyor karşımıza. Hani Atatürk’ün meşhur “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” sözünün muhatabı olan 57. Alay… Bütün subay ve erleriyle ebediyete intikal etmiş olan şahane birlik. Anafartalar kahramanları yüce insanlar… Alay komutanı Hüseyin Avni Bey’in mezarı başında döktüğünüz gözyaşları…
İsimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz onlarca şehitlik geziyorsunuz. Boğaz kenarında küçük bir şehitliğe düşüyor yolunuz. İnsanın yüreğini yakan, içini sızlatan bir olayla karşılaşıyorsunuz. Deniz kıyısında şehitlik, karşısında bir tesis. Aradan sadece beş-altı metre eninde bir yol geçiyor. Şehitlikte dua ederken gözünüz bir anda karşıdaki tesisin bahçesine ilişiyor. Dua etmek için havaya kalkmış ellerinizin titremesine engel olamıyorsunuz.  Neden mi titriyor elleriniz? Duygulandığınız için mi, yoksa çok dua ettiniz için yorulduğundan mı?  
Kimsenin yaşam tarzına karışmaya hakkımız yok elbette. İnsanlar başkalarına zarar vermemek şartıyla istedikleri gibi hareket etme özgürlüğüne sahiptirler. Ama şehitliğin tam karşısında içki içmek hakkına da sahipler mi onu bilemiyorum. Acaba bunlar yabancı mı diye dikkat kesiliyorsunuz. Mesafe çok yakın olduğu için konuşma sesleri işitiliyor. Kelimeler, cümleler tanıdık…
Biz bu hale nasıl geldik? Bu bir rüya değilse adını ne koymalıyız?  Bu kadar yozlaştık mı bizler? Bu kadar mı vurdumduymaz olduk? Eğlenmek için mekân mı yok memlekette? Bu nasıl bir mantık, nasıl bir anlayış, nasıl bir yaşam tarzı…
Mehmet Akif’in “Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı” sözleri ne anlama geliyor çok merak ediyorum.  Her yıl Avustralya ve Yeni Zelanda’dan Gelibolu’ya gelip Anzak Koyu’nda atalarını anan ve gece boyunca içki içip eğlenenlere mi özeniyoruz yoksa?

4 Nisan 2010 Pazar

Milli-Manevi Unsurlar

Milli ve manevi duygulardan yoksun bir insan düşünün. Vatan, millet, bayrak  ve devlet gibi milli duygular; inanç, ahlâk, sadakat gibi manevi duygulardan bihaber olan veya haberdar olduğu halde bu kavramlarla uzaktan-yakından ilgisi bulunmayan bir insan…
Maalesef toplumumuzda böyle fertler bulunmaktadır. Vatanına ihanet eden ve yaşadığı ülkenin, yani kendi ülkesinin askerine, polisine, öğretmenine, hatta hatta kendi kandaşına dahi acımadan ölüm kusan insanların var olduğunu ne yazık ki hepimiz biliyoruz.
Bir insan bu hale nasıl ve neden gelir? Bir insan insanlıktan çıkıp vahşi bir canavara nasıl dönüşür? Onu bu vahşete sürükleyen etkenler nelerdir? Tedbir alınırsa bu sorun çözüme kavuşur mu? Yoksa bu yaranın bir merhemi yok mudur? Çaresiz, amansız bir hastalık mıdır bu? Sorular böyle uzayıp gidiyor… Cevap bekleyen onlarca soru…
Ülkemiz, yaklaşık 25 yıldır bu belaya karşı uğraş veriyor.         Asker, polis, sivil olmak üzere yaklaşık 30 bin insanımız bu belanın kurbanı oldu olmaya da devam ediyor. Sivrisinekleri öldürmek çözüm olmuyor demek ki. Bataklık kurutulmadıktan sonra… Bataklığı kurutmak kimin-kimlerin görevidir? Askerin mi, polisin mi, ya da bir başkasının mı? Bu iş üçlü sac ayağı misalidir. Ayaklardan biri eksik olursa, tabure bir tarafa yalpalamak durumunda kalır. Peki bu belayı ortadan kaldırmaya yönelik alınacak tedbirler bir tabure kabul edilirse bunun ayakları neler olmalıdır? Sac ayaklarından biri eğitimdir ve biz her zaman ki gibi bizim alanımıza yani eğitime değineceğiz.
Her şeyin başı eğitimdir. Cahil bir insana her şey yaptırılır. Eline taş verirsin kimin camını indirmek istiyorsan onun camını indirir, kimin kapısına pislik bırakmak istiyorsan bırakır, kimin canını yakmak istiyorsan yakar. Nitekim böyle olaylara hepimiz şahit oluyoruz. Telafisi mümkün olmayan, ülkemizi zor durumda bırakan bir takım üzücü olaylar…
Aileden başlamak üzere iyi eğitim alan bir fert ülkesine, milletine nasıl asi olabilir? İnsanların hayatına kastetme cesaretini nasıl gösterebilir? Maalesef gösteriyor ve bizler buna engel olamıyoruz.
Günümüzde okuma-yazma oranları eskiye nazaran çok fazla. Ama okur-yazar olmak ihaneti engellemiyor. Okuma- yazma öğretmek yeterli olmuyor demek ki. İnsanları eğitmek lazım. Onları milli-manevi duygulardan yoksun bırakmamak lazım. Buradaki “milli” kelimesinden kastımız herhangi bir siyasi anlayış değildir ve öyle de olmamalıdır. Vatanı sevmenin şucusu-bucusu olmaz. Bu topraklarda yaşayan ve ülkesini seven herkes vatanseverdir. Kimse herhangi bir isim altında etiketlenemez. Vatan sevgisini sorgulamak ve tekelinde tutmaya çalışmak kimsenin hakkı olmamalıdır.
İnsanlar iyi bir şekilde eğitilirse, terör olaylarının sık görüldüğü yerlerde eğitime daha fazla önem verilirse bunun meyveleri bir gün mutlaka toplanılmaya başlanacaktır. Çünkü bu sorunu ortadan kaldırmaya yönelik atılması gereken en büyük adımların başında eğitim gelmektedir. Bu iş sahip çıkma işidir. Sen sahip çıkmaz, koltuğunun altına almazsan bir başkası bu işi üstlenir ki; bu gün Doğu ve Güneydoğuda vuku bulan olaylar bunun neticesidir.
Haşhaşı hepimiz biliriz. Bir çok faydası olan bu bitki kötü amaçlı olarak da kullanılmaktadır. Biz kalkıp “Haşhaş kötü bir bitkidir” diyebilir miyiz? İyi ellerde faydalı, kötü ellerde zararlı olacaktır. Sen sahiplen ve ondan yararlı işlerde faydalan. Ama bir başkasının eline düşmesine fırsat tanırsan bir gün çoluk çocuğunun cebinde uyuşturucu olarak bulabilirsin haşhaşı.
İnsan da aynen böyledir. Onu kimin ne şekilde yetiştirdiğine, sahiplendiğine bakmak gerekir. Doğru adımlarla iyi yetiştirilmiş fertler zamanı gelince ülkelerine faydalı birer yurttaş olarak hayata atılırken bir diğer tarafta bu imkânı bulamayan veya bu imkândan yoksun bırakılanlar bir başkalarının eline düşmekte, yanlış adımlarla kötü yönde yetiştirilmekte karşımıza birer canavar olarak çıkabilmektedirler.
O halde haşhaşın kontrolünü elimizde tutan bizler olalım ve onu faydalı işlerde kullanmak amacıyla işleyelim…

2 Nisan 2010 Cuma

Karadeniz - İsrail Hattı

Son yıllarda dikkatlerden kaçmayan bir durumdan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı okuyanların bir kısmı söylenecek olanların sadece bir paranoya ürünü olduğunu düşünebilecekleri gibi, olayı ciddiye alanlar da çıkacaktır. Sonuçta takdir sizlerindir. Her ne olursa olsun yine de dikkat edilmesi ve gereken hassasiyetin gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.
            Ülkemize son yıllarda çok sayıda İsrailli turist gelmektedir. Olaya ekonomik yönden baktığımızda bu durum bölgemizin ve ülkemizin çıkarınadır. Gelen her turist ülkemiz ekonomisine katkıda bulunuyor. Turizmin canlanması ve turist sayısının çoğalması hepimizin menfaatinedir. Ülkemizi ziyaret etmek dünyadaki tüm insanların hakkıdır. Buna İsrail vatandaşları da dahildir. Meşru ölçülerde kapımızı çalan herkese saygı duyar ve misafirperverliğimizi gösteririz. Ancak, ziyaret dışında başka amaçlar peşinde koşuluyorsa buna da karşı çıkmak mecburiyetindeyiz.
Bizzat şahit olduğumuz olaylar olduğu gibi yakın çevrelerden de benzer bilgileri duymamız bu konuda bir araştırma yapma ihtiyacı doğurdu. Erzurum’un Rize’ye komşu ilçesi olan İspir’i bilenler vardır. Trabzon’a sadece iki-üç saat mesafede bulunan bu küçük ilçe her yıl onlarca belki yüzlerce İsrailli turistin akınına uğramaktadır. Uçakla Trabzon’a gelen İsrailliler kiraladıkları arazi araçlarıyla İspir-Rize arasındaki Kaçkar dağlarında cirit atmaktadırlar. Dağlarda ne aradıkları ise muamma değil. Tabii sadece görünüş itibariyle. Uzungöl’de çalışan bir yakınımın verdiği bilgi çok dikkat çekici. Ellerinde küçük kazmalarla araziye çıkıyor, topladıkları çeşitli bitkileri (bunların çoğu çiçek) saksılara dikip götürüyorlarmış. Bu çiçeklerle çiçekçi dükkanı açmayı düşünmediklerine göre asıl amaçları nedir? Devletin ilgili birimleri bu olayları mutlaka inceliyordur ancak, insanların kafasındaki soru işaretleri yanıtını bulmalı. Aynı durum İspir’de de geçerli. İspir-Yusufeli arasındaki Çoruh nehri vadisi zengin bitki çeşitlerine sahip bir bölge. Çiçek koleksiyonu yapmadıklarına göre ülkemizden aldıkları (ya da çaldıkları mı demeliyiz?) bu bitkileri ne yapıyorlar? Amaç gerçekten biyolojik araştırmalar yapmak mı yoksa bilmediğimiz ve İsrail’in mutlaka çıkarı olan farklı bir durum mu? Turistik açıdan gezilip görülmeye değer çok sayıda ilçemiz varken küçücük bir ilçe olan, Erzurum-Rize arasında sıkışıp kalmış bulunan, görünüşte hiçbir cazibesi olmayan bu ilçeyle İsrailli turistlerin ne işi olabilir? Acaba bizler İsrail’e gitsek ve dağda, kırda, bayırda bitki toplasak ne olur? Bizim gösterdiğimiz hoşgörü onlar tarafından bizlere gösterilir mi? Eğer bu insanlar belli bir anlaşma çerçevesinde ülkemize gelip araştırma yapıyorlarsa problem değil. Kendi emelleri doğrultusunda bir şeyler yapıyor ve bundan da ülkemizin ilgili ve yetkili birimleri haberdarsa yine sorun oluşturmaz. Çünkü gerektiği zaman gerekli müdahaleler yapılır. Fakat bu şahısların  hangi amaçla bu işi yaptıkları önemsenmiyor ve takip altına alınmıyorsa kafalardaki soru işaretleri yanıtsız kalacaktır.
            Akıllara gelen başka bir soru ise şu: Su kaynakları bakımından Türkiye’nin en zengin bölgesi olan Doğu Karadeniz, İsrail’in neden dikkatini çekiyor? Bildiğimiz kadarıyla Trabzon’a gelen turistlerin uğradıkları yerler bellidir. Sumela, Ayasofya vb. Hiçbir turist grubunun dağlara çıkıp çiçek türü bitki topladığını da görmedik ve duymadık. İsrailliler hariç… O halde bu bölgeyi İsrail için özel kılan sebep veya sebepler neler olabilir?
            Tohum üretimi ve ihracatı konusunda dünyanın önde gelen devletlerinden biri olan İsrail, bizim dağlarımızdan topladığı bitkileri bize geri mi satıyor diye de düşünmek gerekir. Ya da şöyle mi düşünsek? “Aslında hiçbir art niyetleri yok. Sadece bilimsel araştırmalarda kullanmak üzere bitkilerimizi araklıyorlar. Yeter ki gelsinler, gelsin ve ülkemize döviz bıraksınlar. Bunun yanında giderken bir iki saksı çiçek götürsünler. Bunun kime ne zararı olur ki?”
            Bugün çiçek götürenler yarın başka bir şey götürmesinler sakın?