20 Mayıs 2010 Perşembe

Yarınları Yoketmek

Bir meyve, bir tohum veya bir ağaç değildir insan. Öyle bir varlıktır ki ona ne değer biçilebilir ne de bedeli ödenir, gitti mi geri gelmez. Yetişmesi zor, kaybetmesi kolay. Hele gençler! Onlardır yarınların aydınlık yüzleri, sağlam basamakları, gören gözleri milletlerin. Hal böyleyken neden yok edilir, söndürülür, karartılır insan. Karartan da karartılanda, söndüren de söndürülende, yok eden de yok edilende insan… Neden yapar bunu insan, neden? Çok mu zordur dünyayı kan gölüne çevirmemek? Çok mu zor, yeri geldiğinde melekten dahi üstün olabilen o varlığı yok etmemek.
Hz. Adem(a.s)’ın çocuklarından Kabil’in, kardeşi Habil’in kanını dökmesiyle başlar bu kıyım. İki kardeşten Kabil diğerini,  yani Habil’i katlederek  belki de kıyamete kadar dinmeyecek olan bir süreci başlatmış, bu olaydan sonra yeryüzünde şiddet, kavga, terör hep süregelmiştir.
Sebepsiz yere insan canına kıyılmaz. Ancak insanlık tarihine göz attığımızda sebepsiz yere, hiçbir haklı gerekçeye dayanmaksızın nice insanların hayatlarına son verildiğini görürüz. Bunun bir örneği de yakın tarihte ülkemizde yaşanmış, geleceğin emanet edileceği gençler daha yaşamlarının baharındayken birbirlerini boğazlayarak bu güzelim ülkenin geleceğini bir süreliğine sekteye uğratmışlardır. Peki buna sebep olanlar bu gençler midir yoksa,  bu fiilin gerekliliğine onları inandırmış, ikna etmiş olan gizli eller mi? Hiç şüphe yok ki gençler bu konuda kandırılmış  ve bunun bedelini kanlarıyla, canlarıyla ödemişler, binlercesi eğitimlerini bırakmak zorunda kalarak toplumsal hayatta bir yer tutmak ve ülkesine hizmet etmek  şerefinden  mahrum kalmış, binlercesi de gizli ellere kanmalarının bedelini yıllarca demir parmaklıklar arkasında ömür çürüterek ödemişlerdi.
12 Eylül öncesinin sağ-sol olaylarını iyi analiz etmeli. Bunca insanı birbirine düşüren sebep neydi?Aynı mahallede doğan, aynı okullarda okuyan insanlar değil miydi bunlar? Birbirlerine düşman olmalarının nedeni ne olabilirdi? Birileri “memleket elden gidiyor” diyerek, diğerleri “memleketi emperyalizmin pençeleri arasından kurtaracağız” diyerek ortaya çıktılar ama görüldü ki; bir yere giden  memleket yok. Memleket yerinde duruyor. Bir gün önce sokaklardan eksik olmayan karmaşa bir anda yok oldu. Memleket gitmedi ama bir şeylerin gittiği kesin. Binlerce genç, toprağın altına veya zindanlara gitti. Nice anne-babanın canları-ciğerleri gitti, nicelerinin umutları gitti. Türkiye’nin gelişimi bir süre daha sekteye uğradı. Olmamız gereken yerde neden değiliz? Bunu iyi düşünmek gerekir.
Bizler birbirimize düşecek kadar aciz insanlar olmamalıyız. Sağ-sol, benim için okullarda yönleri öğretmekte kullanılan iki kavramdan başka bir şey değil. Alevi-Sünni, kelimeleri ne anlama geliyor peki? Alevi, Hz. Ali’ye bağlı, onu seven kimse. Sünni ise sünnet ehlinden olan kimse demek. Sünnete en sıkı sarılanlardan biri değil miydi Hz. Ali? O halde bu ayrımcılık da neyin nesi?
Kürt-Türk ise aynı harflerden oluşan iki kelime. Sadece başta ve sonda bulunan harfler yer değiştirmiş, o kadar. Bu iki halk aşılanmış ağaç misalidir. Birbirinden ayrı düşünülemez. Bizler birbirimizi yerken birilerinin ellerini ovuşturduğu kesin. İnsan feraset sahibi olmalı, olayları ince eleyip sık dokumalı, bin kere düşünmeli sonra yapmalı, “Bu senin düşmanındır, seni yok etmeye çalışıyor” diyenlere “O benim sadece dostumdur. Sen kim oluyorsun ki bizi düşman ilan ediyorsun” diyerek tepkisini göstermeli. İşte ancak o zaman sükunete kavuşuruz.
Ömrünü kanla geçiren dünyanın bir gün adaletle dolacağını ummak fazla bir istek midir bilinmez fakat, ülkemizi buhrana sürükleyen olayların bir daha yaşanmamasını istemek hiç de fazla bir istek olmasa gerek.  

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Kemençe Türk Çalgısıdır

2009’un Ağustos ayında  Sumela Manastırı’nı ziyaret eden bir grup Yunan turist – Grup demek ne kadar doğru bilemiyorum, çünkü sayılarının yaklaşık 2000 civarında olduğu söyleniyor- burada ayin yapmak istemiş fakat bunu gerçekleştirememişti. Ancak olayı şova dönüştürmeyi başarmışlardı.
Yunanlılar kendilerine göre haklı olabilirler, kendilerince kutsal kabul ettikleri bu mekânda ibadet yapmak isteyebilirler fakat ülkemizin kanunları buna müsaade etmiyor. İlerde bu kanunlar değişir mi yoksa aynı mı kalır bunu da bilemeyiz. Her neyse, bu ibadet olayını  bir kenara bırakalım ve asıl meseleye gelelim.
Yunan turistler burada kemençe eşliğinde horon oynadılar. Bu olay aklıma kemençenin Türklere mi yoksa Yunanlılara mı ait bir çalgı olduğu sorusunu getirdi. Daha doğrusu hatırlamama neden oldu. Çünkü daha önce bu tip konular gündeme getirilmiş ve tartışılmıştı. Elbette Yunanlılar bu hareketleriyle “Kemençe bize ait bir çalgıdır ve bizler bize ait olan bu topraklarda öz kültürümüz olan horon oyununu oynuyoruz.” mesajı vermek istediler. Olaylara tarihi açıdan bakarsak Yunanlıların bu düşüncelerinin fanteziden ibaret olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Zira yüzyıllar boyunca hakimiyetleri altında yaşadıkları bir toplumun kültürünü almış olmaları kaçınılmazdır. Tabi ki burada sözünü ettiğimiz grup Yunanistan vatandaşı olmuş Rumlardır ve bu Rumlar nüfus mübadelesi sonucu Türkiye’den  Yunanistan’a göç edenlerin torunlarıdır.
Bu topraklar üzerinde halen hayal kuranlar, Karadeniz kıyılarında kendilerinden önce Türk boylarının yaşadığını her ne kadar göz ardı etseler de bu bir gerçektir. Trabzon Rum İmparatorluğu bu topraklarda 1204-1461 yılları arasında sadece ve sadece 257 yıl hüküm sürmüştür. Kurucuları ise Haçlı seferlerinden kaçan Bizans varisi Komnenos Hanedanı mensuplarıdır. Bizans, Haçlıların eline geçince kaçıp buraya gelmişlerdir.
Sözü uzatmayalım. Nüfus mübadelesi ile Yunanistan’a giden Rumlar peşlerine kemençeyi de götürmüşlerdir. Bu gün Yunanistan’ın bazı bölgelerinde bu çalgının kullanılıyor olması bunun bir Yunan veya Rum çalgısı olduğunu göstermez. Kemençe 5000 yıllık bir Türk çalgısıdır ve bunu değiştirmeye kalkmak kimsenin haddi değildir. Yunanlılar böylesine basit işlerle uğraşacaklarına bu gün içine düşmüş oldukları krizden çıkma yollarını araştırsalar daha isabetli olur herhalde.
Peki bu konuda bizlere düşen nedir? Kültürümüzü yeni nesillere aktarma konusunda yeteri kadar çaba gösteriyor muyuz? Tarihi mekânları elbette gezip görmek ve bilgi sahibi olmak gerekir. Trabzon denilince akla sadece Sumela, Ayasofya, Kızlar Manastırı gelmemeli, yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğümüz, Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük üç padişahının mührünü taşıyan bu eşsiz şehrimizde onlara ait eserleri de bilmemiz gerekir. Bir hafta sonu, çocuklarımızı alıp bu mekânlara götürmek çok zor olmamalı.
Elin adamı yüzlerce kilometre yol kat edip buralara kadar geliyor ve kutsal kabul ettikleri mekanda ibadet yapmak istiyor. Her ne kadar zorumuza gitse de olaylara bu açıdan baktığımızda kendi eksikliğimiz ortaya çıkıyor sanki. Onlar bu mekanlara halen sahip çıkıyor veya çıkmaya çalışıyor, bizler kendi mekânlarımıza ne kadar sahip çıkabiliyoruz, bunu sorguladık mı hiç?