11 Şubat 2011 Cuma

Aklama Paklama

     Son zamanlarda yeni bir moda türü peydah oldu. Belki çoğumuzun dikkatini bile çekmemiştir. Aslında modayı yakından takip eden bir millet olarak bunu nasıl atlamışız hayret. Yada işimize gelmedi de ondan mı göremedik?

    Her neyse… Farkında olsak da olmasak da bu modaya pirim veriyor ve ne yazık ki destekliyoruz.
12 Eylül döneminin hızlı solakları, devletin askerine, polisine kurşun sıkan teröristleri bu gün kalkmış bazı televizyon kanallarında dizi film adı altında kendilerini aklayıp paklayarak temiz göstermeye ve karşı cepheyi ise karalamaya dönük bir takım sanatsal işler çevirme peşindeler.

    Eee adamlar haklı! Milleti nasıl, neyle sömüreceklerini iyi biliyorlar. Bir iki duygusal öğe soktular mı işin içine gerisi kaymak gibi geliyor. Bizim milletimiz de oturup bu aslı astarı olmayan senaryoları bir güzel seyrediyor. Adamlar bakıyor ki bu işten iyi vurgun yapıyoruz. Hal böyle olunca peş peşe diziler ikiz, üçüz hatta dördüz olarak doğup duruyor.

Şimdi diyeceksiniz sana ne…
Evet bana ne…
Zıkkımın kökü. İzleyin durun, bana ne…
Uyuyun ey milletim! Nenni de söyleyelim de daha bir derin uyuyun. Gerçi ekran başında zaten uyuyorsunuz. O size yeter. Başkaca uyumak gerekmez.

Gelelim başka bir mevzuya.
Diziden çıkıp sinema filmine uğrayalım. Ne dersiniz uğrayalım mı? Siz seversiniz sinemada film izlemeyi değil mi?

Seversiniz seversiniz, hadi saklamayın.
“Recep İvedik 4” geliyormuş. Ne dersiniz eş, dost, arkadaş, çoluk, çocuk, kadın, kız, genç, yaşlı hep birlikte akın edelim mi sinema salonlarına? En çok izlenen film ünvanını kimseye kaptırmamalı “Recep İvedik”
Ne de olsa bedava küfür dinliyoruz değil mi? Bol bol belden aşağı muhabbete tanık oluyor ve içimizde bir yerlerde saklı duran duyguları tatmin ediyoruz.

Yahu küfür dinlemeye bu kadar meraklı bir millet daha var mıdır yeryüzünde?
Vardır…
Biri biz.
Peki öteki kim?
Öteki biz.
Nasıl oluyor demeyin. Biz hem biziz hem de biz olduğumuzu zanneden öteki biziz.
Anlamadınız mı?
Anlamazsınız tabi. Kafanızı uyuşturmuşlar. Yaprak dökümleri, Aşkı memnular, Fatmagüller, Bihterler ve daha neler neler…
Ne hale geldiğimizi şu ibretlik olayla noktalamak yerinde olacaktır.
Bir futbol maçı. Millet görünürde futbol seyrediyor ama aklı Bihter’de.  Nasıl mı? Şöyle:
Bir tribün bağırıyor:
Fatmagül’ün Suçu Ne?
Karşı tribün cevaplıyor:
Bir onu Bihter sandık…
Ahlaksızlığın o pis kokusu yaşam tarzımıza sinmiş de haberimiz mi yok, yoksa yaşadığımız gibi inanmaya mı başlamışız da onun bile farkında değil miyiz?
Takdir sizin…

Özgürlük İçimizde

Ellerinde yumurtalar, bir kısmının saçı uzun, sakallar biraz kısa. Şey gibi, hani şu meşhur devrimci… Neydi adı? Hani şu tişörtlerin üzerinde resmi vardır ya canım. Yahu dilimin ucunda ama bir türlü söyleyemiyorum.
-Che Guevara.
            Hah, işte o. Diline sağlık. Nerde kalmıştık? Hah tamam. Tıpkı Ce gevera gibi. Sordum. Derdiniz ne sizin? Ne dese beğenirsin? “Özgürlük istiyoruz.”
            – :) ))
            Haklısın Hüsnü, tıpkı bende senin gibi çok güldüm. Özgürlük istiyormuş… Dedim evlat, tutuklu musun ki özgürlük istiyorsun? Yan yan baktı önce. “Sen ne anlarsın moruk” cinsinden yani. İmalı imalı…
            Derken bir baktım yumurtalar, çürük domatesler havada uçuşuyor. Yahu ne oluyoruz, menemen partisi mi var? Adamı zor tıktılar arabaya. Alıp hızla uzaklaştılar ama bizimkiler yeteri kadar oturma özgürlüğüne sahip olmamalılar ki bu sefer kapının önünde tüneyip kaldılar. Oranın en yetkili amiri… Bak, onun da adını unuttum. Vektör, yada sektör gibi bişeydi.
-Rektör, rektör.
Hah tamam, rektör işte. Polise demiş; “Bunları kaldırın buradan, üniversitemde böyle densizliğe müsaade edemem.” Bir baktım ortalık polis kaynıyor. Alıp ekip otolarına bindirmek istiyorlar ve lakin istemekle oluyor mu? Gönüllü gelmezse yaka paça, karga tulumba… Yahu polisin işi de zor be Hüsnü.
Her neyse, bizimkiler kol kola kenetlendiler, yattılar yerlere. Birini tutup kaldırsan ötekiler peşine sürüklene sürüklene… Yok yok, polisin işi hakkaten zor Hüsnü.
İçimi asıl yakan ne, biliyor musun Hüsnü? Bu gencecik beyinler bu yollara niye meyleder? Niçin derslerine çalışıp bir an önce okulunu bitirip vatana hizmet etmeye uğraşmazda, böyle polise, vekile, devlet ekranına…
-Ekran değil, erkân.
Ney?
-Erkân, erkân.
Canım o kadar dilimiz döndü yeter. Erkân, merkân, karıştırma şimdi. Niye onlara yumurta atar, ne dediklerini anlamadığım şeyler bağırır.
-Slogan.
Ne gan ne gan?
-Slogan, slogan.
Yahu Hüsnü! Sen nerden biliyorsun bu kadar şeyi?
-Okuyorum abi, bir de gündemi takip ediyorum. Yılda bir kitap olmasa bile en azından yarısını kesin bitiririm. Sonra, bizimkilerin maçını takip eden gün mutlaka gazeteye göz atarım.
Ulan biz de okuduk ama baksana hiçbir şeyden haberimiz yokmuş meğer…
Hüsnü!
-Buyur abi.
Yoksa bazı günler posta gözümden gazetemi sen mi aşırıyorsun?
-Estağfurullah Necati abi!
Eğer gazetemi aşıranı bir bulursam Hüsnü…
Neyse, oturdum gençlerden birinin yanına. Dedim, evlat! Ayakkabıların markası Adidas. Kıçındaki pantolon kot. Hani şu Amerikan kovboylarının giyindiği cinsten…
“Ne olmuş” demesin mi? Ne olmuşu var mı yahu? Sen kalkıp emperyalizme karşı bayrak açacan, ama ayağında ve kıçında emperyalist dediğin ülkelerin malzemelerini taşıyacan. Sen söyle Hüsnü, odlu mu şimdi bu.
-Olmadı Necati abi.
Dedim, gel seni Küba’ya göndereyim. Bütün masraflar benden. Git orda yaşa. Tam senin istediğin gibi özgürlük var orda.
-Olur mu Necati abi. Küba daha düne kadar cep telefonunun bile yasak olduğu bir ülkeydi.
Canım anla işte Hüsnü. Sen de cahil cahil konuşup canımı sıkma şimdi…
Neyse boş ver Hüsnü. Bu haftaki maç ne olur sence?…

Bana Eskiyi Verin

    Kokusu onlarca metre uzaktan duyulan, içleri kan kırmızı, etli, hormonun h’sinden uzak o eski domatesleri… Ve koparılırken, yine etrafa eşsiz kokular yayan deforme olmamış yeşil-sarı karışımı salatalıkları, veyahut nam-ı diğer hıyarları. Hele bir de komşunun bahçesinden aşırmışsan vay anam vay! Yemeye bile kıyılmaz…

    Büyük bir iştahla ısırırken, içinden kurt çıkan ve tükürüp daha dikkatli yediğimiz, ilaçla, hormonla desteklenmemiş, tabiri caizse  namahrem eli değmemiş, tadına doyulmayan mayhoşuyla, tatlısıyla kan kırmızı elmaları.

    Çocukluğumuzun kaybolup giden masumiyeti gibi o lezzetli meyve ve sebzeler de yok olup gitti ne yazık ki. Şimdilerde pazarda ve manavlarda albenisi öylesine fazla olan bu ürünleri görünce eskiyi hatırlamamak mümkün değil. Görünüşleri hoş, içleri boş…

    Özlüyorum…

    Ramazan aylarında, neredeyse sahura kadar köyün sokaklarında cirit attığımız, polis-hırsız oyunu oynadığımız, acıkınca rengi yeşile dönmüş, bir çoklarının bayat, küflü diye yemediği, oysa kazara yedikten sonra parmaklarını dahi yalayacak hale geldiği kuru peyniri, tandırda pişmiş köy ekmeği ile dürüm yapıp doyasıya yediğimiz o güzel günleri.

    Özlüyorum…

    Fatmagül’ün henüz suçunun olmadığı, yaprakların dökülmeyip dallarında kaldığı, kurtların dağlardaki yerlerini terk edip vadilere inmediği günleri de özlüyorum.

    İngilizlerden sekiz, Macarlardan altı yediğimiz günleri bile özlüyorum. Coşkun Özarı hocanın, sıkıntıdan sigarayı ters taraftan yaktığı ve yenen her golden sonra yüzüne yansıyan çaresizlik ifadesini dahi özlüyorum.
İnsani değerlerimizin henüz alabora olmadığı, komşunun komşuyu ziyaretinin sıkça yaşandığı, beyazcamın evleri esaret altına almadığı, sanal dünyanın sahte kahramanlarının henüz revaçta olmadığı, hangi kanalı izlesem diye bir derdimizin olmadığı ve tek kanalın bize yetip de arttığı günleri…

    Öğretmenimizden dayak yediğimiz günleri bile özlüyorum. Ayağımızda kara lastik, paçamızda beli lastikli naylon pantolonla okula gittiğimiz, bir lise kazanacağım diye anamızdan emdiğimiz sütün burnumuzdan getirilmediği o eski yılları… Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzu, gençliğimizi…

    Kağnı dediğimiz “Öküz Arabası”nın, demir çerçeve ile sarmalanmış odundan tekerleklerinin ta uzaklardan bile duyulan kesintisiz gacır gucur seslerini…

    Biçilen çayırların yüzlerce bağ otunu taşırken, atlarımızın sırtında kendimizi Kara Murat veya Tarkan sandığımız o eski günleri çok özlüyorum.

    Dutlar olgunlaşıp dallardan akmaya başladığında rızıklanmak için uzak diyarlardan gelen göçmen kuşlarının ciyak ciyak ötüşlerini…

    Mahalleler arası maçlarda giyinip hava basmak için, gariban diliyle büyük kulüplere “Bize forma gönderin” diye yazdığımız mektuba cevap gelmeyeceğini bildiğimiz halde “Umut fakirin ekmeği” misali sabırla beklediğimiz günleri çok, hem de çok özlüyorum…

Sitemim bilim insanlarına…
Artık şu zaman makinesini icat edin…
Çünkü bu sahte dünyanın iki yüzlü halinden bıktım, yoruldum, usandım.
Geçmişe gitmek istiyorum…
Çocukluğumu istiyorum…