Kokusu onlarca metre uzaktan duyulan, içleri kan kırmızı, etli, hormonun h’sinden uzak o eski domatesleri… Ve koparılırken, yine etrafa eşsiz kokular yayan deforme olmamış yeşil-sarı karışımı salatalıkları, veyahut nam-ı diğer hıyarları. Hele bir de komşunun bahçesinden aşırmışsan vay anam vay! Yemeye bile kıyılmaz…
Büyük bir iştahla ısırırken, içinden kurt çıkan ve tükürüp daha dikkatli yediğimiz, ilaçla, hormonla desteklenmemiş, tabiri caizse namahrem eli değmemiş, tadına doyulmayan mayhoşuyla, tatlısıyla kan kırmızı elmaları.
Çocukluğumuzun kaybolup giden masumiyeti gibi o lezzetli meyve ve sebzeler de yok olup gitti ne yazık ki. Şimdilerde pazarda ve manavlarda albenisi öylesine fazla olan bu ürünleri görünce eskiyi hatırlamamak mümkün değil. Görünüşleri hoş, içleri boş…
Özlüyorum…
Ramazan aylarında, neredeyse sahura kadar köyün sokaklarında cirit attığımız, polis-hırsız oyunu oynadığımız, acıkınca rengi yeşile dönmüş, bir çoklarının bayat, küflü diye yemediği, oysa kazara yedikten sonra parmaklarını dahi yalayacak hale geldiği kuru peyniri, tandırda pişmiş köy ekmeği ile dürüm yapıp doyasıya yediğimiz o güzel günleri.
Özlüyorum…
Fatmagül’ün henüz suçunun olmadığı, yaprakların dökülmeyip dallarında kaldığı, kurtların dağlardaki yerlerini terk edip vadilere inmediği günleri de özlüyorum.
İngilizlerden sekiz, Macarlardan altı yediğimiz günleri bile özlüyorum. Coşkun Özarı hocanın, sıkıntıdan sigarayı ters taraftan yaktığı ve yenen her golden sonra yüzüne yansıyan çaresizlik ifadesini dahi özlüyorum.
İnsani değerlerimizin henüz alabora olmadığı, komşunun komşuyu ziyaretinin sıkça yaşandığı, beyazcamın evleri esaret altına almadığı, sanal dünyanın sahte kahramanlarının henüz revaçta olmadığı, hangi kanalı izlesem diye bir derdimizin olmadığı ve tek kanalın bize yetip de arttığı günleri…
Öğretmenimizden dayak yediğimiz günleri bile özlüyorum. Ayağımızda kara lastik, paçamızda beli lastikli naylon pantolonla okula gittiğimiz, bir lise kazanacağım diye anamızdan emdiğimiz sütün burnumuzdan getirilmediği o eski yılları… Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzu, gençliğimizi…
Kağnı dediğimiz “Öküz Arabası”nın, demir çerçeve ile sarmalanmış odundan tekerleklerinin ta uzaklardan bile duyulan kesintisiz gacır gucur seslerini…
Biçilen çayırların yüzlerce bağ otunu taşırken, atlarımızın sırtında kendimizi Kara Murat veya Tarkan sandığımız o eski günleri çok özlüyorum.
Dutlar olgunlaşıp dallardan akmaya başladığında rızıklanmak için uzak diyarlardan gelen göçmen kuşlarının ciyak ciyak ötüşlerini…
Mahalleler arası maçlarda giyinip hava basmak için, gariban diliyle büyük kulüplere “Bize forma gönderin” diye yazdığımız mektuba cevap gelmeyeceğini bildiğimiz halde “Umut fakirin ekmeği” misali sabırla beklediğimiz günleri çok, hem de çok özlüyorum…
Sitemim bilim insanlarına…
Artık şu zaman makinesini icat edin…
Çünkü bu sahte dünyanın iki yüzlü halinden bıktım, yoruldum, usandım.
Geçmişe gitmek istiyorum…
Çocukluğumu istiyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder