12 Nisan 2020 Pazar

ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI

ZEYTİNLERİN GÖZYAŞLARI

Kırılırcasına dövülen kapıyı araladığında, Neccar’ı gördü karşısında. Nefes nefeseydi Neccar. “Geliyorlar” dedi. Telaşlıydı. Onu içeri alıp usulca kapadı kapıyı. Eliyle masanın yanında duran iskemleyi gösterip “Otur” anlamında işaret etti. Sesinde bir sükûnet ve huzur vardı. Aldırış etmemiş gibiydi. Masanın üzerindeki testiden bir bardak süt doldurup uzattı.  “Yeni sağdım, iç” dedi.
            İnsanları bir tek yaratıcının varlığına inanmaya davet etmek için geldiği bu şehirde ilk tanıştığı kişiydi Neccar. Silpius dağı eteklerine serpilmiş zeytinlerin gölgesinde serinlenirken görmüştü onu. Kucağında taşıdığı oğlunun neden yürüyemediğini sormuştu. “Kötürüm” demişti Neccar. İyileştirebileceğini söylemişti. Topladığı zeytinlerden yaptığı merhem bir zaman sonra ayağa kaldırdı çocuğu. Şaşırmıştı Neccar. “Kimsin sen, ey yabancı?” diye sormuştu. “Sadece bir kul” diye karşılık vermişti Pierre. O günden sonra hem dindaş hem dost oldular.  Bir yandan tebliğ görevini yapıyor, bir yandan dünyalık geçimi için Antakya şehrinin kenar mahallelerinden birinde, sırtını dağa yaslamış olan, Neccar’ın küçük zeytinyağı imalathanesinde çalışıyordu. Aslında marangozdu Neccar. Hasat zamanı gelince aletlerini bırakır, son zeytinleri de toplayıp işledikten sonra tekrar dönerdi işine. Yıllardır bu işi tek başına yapmıştı ama şimdi bir arkadaşı vardı yanında. Toplanan zeytinler, Pierre’in maharetli ellerinde işlenip yağa dönüştükten sonra küplere doldurulurdu.      
            Bazı günler halkın arasına karışıyor, insanları inandığı dine davet ediyordu Pierre. Manevi sözlerle ruhlara, zeytinden yaptığı merhemlerle hasta bedenlere şifa olmaya çalışıyordu. Diğer günlerde ise küçük imalathanelerinde o güne kadar şehrin tatmadığı lezzette zeytinyağı üretiyorlar, sabunlar, merhemler yapıyorlardı. Ürünleri satma işi Neccar’a aitti. Pierre, tebliğ yaparken o da şehrin başka mahallelerinde rızık kovalıyordu.
            Fazla sürmedi. Şehrin bazı ileri gelenleri, zeytin tüccarları bu durumdan rahatsız oldular. Nasıl olur da bir yabancı kendilerinden daha kaliteli zeytinyağı üretebilir, sabunlar ve çaresiz hastalıklara derman olan merhemler yapabilirdi? Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de yeni bir din icat edip yüzyıllardır inandıkları atalarının dininden dönmelerini nasıl isteyebilirdi? Valinin kulağına da gidiyordu bu fısıltılar. “Aldırma” diyordu Neccar. “Seni çekemedikleri için homurdanıyorlar.” Ama çok sürmedi. Yaka paça valinin huzuruna çıkartıldı Pierre. Oradan da zindana gönderildi.
            Artık tek başınaydı Neccar. Dünyalık işine devam etti. Pierre’den işin inceliklerini öğrenmişti çünkü. Yalnız, merhem yapmıyordu. Onun ayrı bir ilmi, ayrı bir sırrı olduğuna inanıyordu. Günler birbirini kovalayıp durdu. Derken o güne kadar hiç görülmemiş biri çıkageldi. Şehrin valisiyle dost oldu bu yabancı. Bir sohbet esnasında sözü zindandaki Pierre’e getirdi. “Zindanda biri varmış” dedi. “Hastaları iyileştirir, ölüleri diriltirmiş.” “Öyle söylentiler var” dedi vali Petronius. “Böyle şeylere inanan ahmaklar ne yazık ki çıkıyor” diye de ekledi. “Bu şarlatan insanların kafasını karıştırmış, onun nasıl bir yalancı olduğunu merak ediyorum” dedi yabancı. Dostunun bu isteğini kıramadı Petronius. Pierre’i zindandan çıkartıp huzuruna getirtti. “Ne istiyorsan sor” dedi yabancıya. “Sen” dedi yabancı. “Sen sahtekârın tekisin. Hadi, bizi de kandır!”
            Yabancıyı görünce kısa bir şaşkınlık yaşadı Pierre, ama ardından hemen toparladı kendini. Başını öne eğip sessizce bekledi. Karşısındaki adam, en yakın arkadaşı Yuhanna’dan başkası değildi. Konuşmaya devam etti Yuhanna. “Sen” dedi. “Cüzzamlıları iyileştirir, körlerin gözünü açarmışsın.” Başını kaldırıp Yuhanna’nın gözlerine baktı Pierre. Ağzını açıp, tam bir şeyler söylemek üzereydi ki, “Hatta ölüleri dirilttiğini söyleyecek kadar ileri gitmişsin” diyen Yuhanna’nın kahkahalarını duyunca vazgeçti bundan. Valiyle birlikte salondaki herkes eşlik etti bu kahkahaya. “Vali hazretlerinden bu düzenbaza bir fırsat tanımalarını rica edebilir miyim?” dedi Yuhanna. “Buraya ölü birini getirin” diye emretti vali. Şehrin dört bir yanına dağılan tellallar ahaliyi durumdan haberdar ettiler. Çok geçmeden henüz ölmüş genç birinin bir örtüye sarılı cansız bedeni huzura getirildi. Yerde hareketsiz yatan gencin üzerindeki örtüyü kaldırdı Pierre. Dizlerinin üzerine çöküp iki elini üst üste getirerek parmaklarını kenetledi. Gencin göğüs kafesine bastırıp kaldırdı ellerini. Salondakilerin alaycı bakışları arasında bir süre devam etti bu durum. Biraz sonra “Hadi! Allah’ın izniyle kalk” dedi gence. Az önceki alaycı bakışlar gitmiş yerlerine dehşetle açılmış kocaman gözler gelmişti. Başka bir dünyadan gelmiş gibi etrafını anlamsız gözlerle süzen genç ise hiçbir şey demeden çıkıp gitti. Koca salonun mermer zemininde herkes soluksuz kalmıştı. Bütün bu olup bitene şaşırmayan tek kişi ise Yuhanna’ydı. Valinin kulağına eğilip “Bu adam sihirbaz falan değil” dedi. “Daha önce böyle bir şeye şahit olmadım Vali Hazretleri. Bu adamı bırakın gitsin.” Şaşkınlığı üzerinden atmakta zorlanan vali, düşünmeden, eliyle işaret etti. “Bırakın adamı” dedi.
            Mevsim kış, hava soğuktu. İmalathanenin kapısında onu gördüğünde gözyaşlarını tutamadı Neccar. Bir yıla yakın göremediği dostunu sevgiyle kucakladı. Oturup hasret giderdiler. Pierre’e nasıl serbest kaldığını sordu. “Bir arkadaşım” dedi Pierre. “Muhtemel ki beni kurtarmak için Nasıriye’den kalkıp geldi.”
            Bir iki günlük dinlenmenin ardından kılık değiştirip ne olup bittiğini öğrenmek için şehre indiklerinde onları kimse tanıyamadı. Pazar yerinde dolaşırlarken konuşulanlara kulak verdiler. “Vali, o adamın dinine girmiş diyorlar” diyordu birisi. “Ölsem inanmam” diyordu bir başkası. Daha başka şeyler de konuşuluyordu. Valinin yanındaki o esrarengiz yabancının kim olduğu gibi…
            Bir “han” a girip oturdular. Masalarına gelen yemeği yemeğe başlamışlardı ki yanlarına biri oturdu. Neccar’ın şaşkın bakışları arasında tebessüm eden gözlerle yeni gelen bu adama baktı Pierre. Sonra Neccar’a dönerek, “Bahsettiğim arkadaşım” dedi. Gözleri ışıldadı Neccar’ın.  Fakat konuşmadılar. Yemeklerini yedikten sonra kalkıp dağın eteğindeki imalathaneye doğru yürümeye başladılar. Üç kişi olmuşlardı. Yuhanna da tıpkı Pierre gibi İsa peygamberin havarilerindendi. Masanın etrafında oturmuş taze sütlerini yudumlarken, “Vali, iman etti” dedi Yuhanna. “Ama bunu bir süre gizleyecek. Biz ise insanları hak yola çağırmaya devam edeceğiz.”
            Günler birbirini kovaladı. Haftalar, aylar birbiri ardına geçip gitti. Neccar, ağaçlara şekil vermeye, Pierre ve Yuhanna tebliğe devam ettiler. Geceleri, imalathanedeki odalarında, gündüzleri ise şehrin sokaklarında alıp verdiler nefeslerini. Halk arasından onlarla aynı dine inananların sayısı her geçen gün artıyordu. Dikkat çekmemek için gizli gizli buluşuyorlar, toplanıp ibadet ediyorlardı. Geceleri Neccar’da katılıyordu onlara. Ne kadar tedbirli olsalar da bu durum kulaktan kulağa yayıldı halk arasında. Valinin etrafını sarmış olan ekâbir takımı ve halk içindeki bazı ileri gelenler, şehri kışkırtmaya başladılar. Bazen itilip kakıldılar bazen dövüldüler. Artık nerdeyse kendilerini dinleyecek bir kişi bile bulamıyorlardı. Buna rağmen yollarından dönmedi havariler. Sabırla, şefkatle anlatmaya devam ettiler.
            Son dövülmelerinin üzerinden yalnızca bir gün geçmişti. Bitkindiler. O gün şehre inmediler. Güneş batmak üzereydi ve ortalıkta derin bir sessizlik vardı. Pierre, birkaç adım uzakta bulunan ağıldaki keçilerden sağdığı sütü bir testiye boşalttı. İmalathaneye dönüp testiyi masanın üzerine koydu. Kapının vurulma sesiyle irkildiler. Daha önce hiç böyle çalınmamıştı kapı. Yaklaşıp “Kim o?” dedi Pierre. “Benim. Açın kapıyı.”
            Neccar’dı gelen. Terden sırılsıklam olmuştu ve soluk soluğaydı. Eliyle oturmasını işaret etti Pierre. Testiden bir kâse süt doldurup Neccar’a uzattı.
            “İç ve biraz soluklan” dedi.  “Kimmiş gelenler?”
            “Kalabalıklar” dedi Neccar. “Ellerinde taşlarla, sopalarla geliyorlar.”
            “Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’a sığınırız” dedi Pierre. “Her yaratılan gibi bizler de faniyiz. Sonsuz olan yalnızca O’dur. Sen git Neccar. Ailenin yanına dön.”
İmalathanenin arkasında dağa doğru çıkan gizli bir geçit vardı. Oradan çıkıp gidebilirdi Neccar. Yapmadı. “Sizi burada yalnız bırakmam” dedi.
            Kapıyı kırıp içeri daldılar. Bir tarafta içleri zeytinyağı dolu küplerin yanında duran üç kişi, diğer tarafta sayılamayacak kadar insan vardı. Birçoğu ise dışarıda bekliyordu. Önde duran ve sanki gözlerinden ateş çıkıyormuş gibi öfkeyle bakan biri ağzından köpükler saçarak hiddetle konuşmaya başladı. “Biz atalarımızın dini üzereyiz, boşuna uğraşmayın dedik. Size buradan defolup gitmenizi söyledik. Hangi cüretle atalarımızın dininden dönmemizi istediniz? Hangi akılla, bunu yapabileceğimizi düşündünüz?”
            Galeyana geldi kalabalık. Ellerindeki taşları fırlatmaya başladılar. Neccar, kendini siper etmeye çalışıyor, “Durun, ey halkım!” diyordu. “Yapmayın. Onlar gerçekleri anlatmak için gelmiş tertemiz insanlar... Onlara uyun. Taşkınlık yapmayın. İman edin ki kurtuluşa eresiniz.” Neccar’ın sözlerini duyan yalnızca Pierre ve Yuhanna’ydı. Durmadılar. Neccar, yerde hareketsiz kalıncaya kadar taşları olanca güçleriyle fırlatmaya devam ettiler. Bağrışmalar bitmiş, sesler kesilmişti. Dudakları hafif kımıldayan Neccar’ın başından ise ince bir kan sızıyordu.
          Pierre ve Yuhanna’yı yaka paça dışarı çıkardılar. Sopalarla vura vura şehrin büyük bir meydanına getirdiler. Meşalelerin aydınlattığı meydanda, duvarlara, inip kalkan sopaların gölgeleri düşüyor, imalathane ise çatlamış bir küpten sızan yağın, yerde hareketsiz yatan Neccar’ın kanıyla birleşmesine şahitlik ediyordu.

DİKENLER TACI


DİKENLER TACI

Bir köşesinde büzülmüş duruyordu bahçenin, Dikenler Tacı.
Papatya, laleyle konuşuyor; el sallıyordu menekşeye, gül.
Yayarken etrafına eşsiz kokularını, Manolya.
Gül dalında şarkılar söylüyordu bülbül.

Yaklaştı bahçıvan, “Susadın mı sen?” dedi.
“Al, iç kana kana.”
Sesi ne kadar içtendi.
Şefkatle okşadı manolyayı.
Sonra döndü arkasına.
Eğilip kokladı lavantayı.
Dikenler tacı, az ötede sessizce duruyordu.
Bahçıvandan küçük bir dokunuş umuyordu.

Bağırdı avazı çıktığınca, sessiz bir feryattı bu.
O kadar meşguldü ki bahçıvan, görmedi bile onu.
Büktü boynunu, bir “ah” çekti derinden.
Solup gidecekti nerdeyse, kederinden.
Kaç zamandır böyleydi, hep böyle mi olacaktı?
Herkes gülüp eğlenirken o hüznünden solacaktı.

Günler, haftalar geçti, aylar kovaladı yılları.
Her batan günün ardından biraz daha soldu yaprakları.
Sivrildi dikenleri ama! Uzadı kocaman oldu.
Ayrım yapmadı hiç, önüne gelene batıp durdu.
Çünkü öfkeliydi, yaralıydı Dikenler Tacı
Ey bahçıvan! Sendeydi belki bu yaranın ilacı.


Ya da;


Yaklaştı usulca bahçıvan, çömelip oturdu yanına.
Mütebessim bir yüz ile baktı Dikenler Tacı’na.
Okşadı dikenli taç yaprakları, parmağının ucuyla.
Bir bakış attı şefkatle, şöyle bir göz ucuyla.
Eğdi dikenlerini Dikenler Tacı, korktu batar diye.
Biraz mahcup, biraz şaşkın, bu büyük bir hediye.

O günden sonra hep büyüdü o taç yapraklar.
Küçülürken dikenler.
Çünkü değmişti onlara,
Dokunmuştu sihirli eller.

Mustafa ECEVİT
2019

11 Şubat 2011 Cuma

Aklama Paklama

     Son zamanlarda yeni bir moda türü peydah oldu. Belki çoğumuzun dikkatini bile çekmemiştir. Aslında modayı yakından takip eden bir millet olarak bunu nasıl atlamışız hayret. Yada işimize gelmedi de ondan mı göremedik?

    Her neyse… Farkında olsak da olmasak da bu modaya pirim veriyor ve ne yazık ki destekliyoruz.
12 Eylül döneminin hızlı solakları, devletin askerine, polisine kurşun sıkan teröristleri bu gün kalkmış bazı televizyon kanallarında dizi film adı altında kendilerini aklayıp paklayarak temiz göstermeye ve karşı cepheyi ise karalamaya dönük bir takım sanatsal işler çevirme peşindeler.

    Eee adamlar haklı! Milleti nasıl, neyle sömüreceklerini iyi biliyorlar. Bir iki duygusal öğe soktular mı işin içine gerisi kaymak gibi geliyor. Bizim milletimiz de oturup bu aslı astarı olmayan senaryoları bir güzel seyrediyor. Adamlar bakıyor ki bu işten iyi vurgun yapıyoruz. Hal böyle olunca peş peşe diziler ikiz, üçüz hatta dördüz olarak doğup duruyor.

Şimdi diyeceksiniz sana ne…
Evet bana ne…
Zıkkımın kökü. İzleyin durun, bana ne…
Uyuyun ey milletim! Nenni de söyleyelim de daha bir derin uyuyun. Gerçi ekran başında zaten uyuyorsunuz. O size yeter. Başkaca uyumak gerekmez.

Gelelim başka bir mevzuya.
Diziden çıkıp sinema filmine uğrayalım. Ne dersiniz uğrayalım mı? Siz seversiniz sinemada film izlemeyi değil mi?

Seversiniz seversiniz, hadi saklamayın.
“Recep İvedik 4” geliyormuş. Ne dersiniz eş, dost, arkadaş, çoluk, çocuk, kadın, kız, genç, yaşlı hep birlikte akın edelim mi sinema salonlarına? En çok izlenen film ünvanını kimseye kaptırmamalı “Recep İvedik”
Ne de olsa bedava küfür dinliyoruz değil mi? Bol bol belden aşağı muhabbete tanık oluyor ve içimizde bir yerlerde saklı duran duyguları tatmin ediyoruz.

Yahu küfür dinlemeye bu kadar meraklı bir millet daha var mıdır yeryüzünde?
Vardır…
Biri biz.
Peki öteki kim?
Öteki biz.
Nasıl oluyor demeyin. Biz hem biziz hem de biz olduğumuzu zanneden öteki biziz.
Anlamadınız mı?
Anlamazsınız tabi. Kafanızı uyuşturmuşlar. Yaprak dökümleri, Aşkı memnular, Fatmagüller, Bihterler ve daha neler neler…
Ne hale geldiğimizi şu ibretlik olayla noktalamak yerinde olacaktır.
Bir futbol maçı. Millet görünürde futbol seyrediyor ama aklı Bihter’de.  Nasıl mı? Şöyle:
Bir tribün bağırıyor:
Fatmagül’ün Suçu Ne?
Karşı tribün cevaplıyor:
Bir onu Bihter sandık…
Ahlaksızlığın o pis kokusu yaşam tarzımıza sinmiş de haberimiz mi yok, yoksa yaşadığımız gibi inanmaya mı başlamışız da onun bile farkında değil miyiz?
Takdir sizin…

Özgürlük İçimizde

Ellerinde yumurtalar, bir kısmının saçı uzun, sakallar biraz kısa. Şey gibi, hani şu meşhur devrimci… Neydi adı? Hani şu tişörtlerin üzerinde resmi vardır ya canım. Yahu dilimin ucunda ama bir türlü söyleyemiyorum.
-Che Guevara.
            Hah, işte o. Diline sağlık. Nerde kalmıştık? Hah tamam. Tıpkı Ce gevera gibi. Sordum. Derdiniz ne sizin? Ne dese beğenirsin? “Özgürlük istiyoruz.”
            – :) ))
            Haklısın Hüsnü, tıpkı bende senin gibi çok güldüm. Özgürlük istiyormuş… Dedim evlat, tutuklu musun ki özgürlük istiyorsun? Yan yan baktı önce. “Sen ne anlarsın moruk” cinsinden yani. İmalı imalı…
            Derken bir baktım yumurtalar, çürük domatesler havada uçuşuyor. Yahu ne oluyoruz, menemen partisi mi var? Adamı zor tıktılar arabaya. Alıp hızla uzaklaştılar ama bizimkiler yeteri kadar oturma özgürlüğüne sahip olmamalılar ki bu sefer kapının önünde tüneyip kaldılar. Oranın en yetkili amiri… Bak, onun da adını unuttum. Vektör, yada sektör gibi bişeydi.
-Rektör, rektör.
Hah tamam, rektör işte. Polise demiş; “Bunları kaldırın buradan, üniversitemde böyle densizliğe müsaade edemem.” Bir baktım ortalık polis kaynıyor. Alıp ekip otolarına bindirmek istiyorlar ve lakin istemekle oluyor mu? Gönüllü gelmezse yaka paça, karga tulumba… Yahu polisin işi de zor be Hüsnü.
Her neyse, bizimkiler kol kola kenetlendiler, yattılar yerlere. Birini tutup kaldırsan ötekiler peşine sürüklene sürüklene… Yok yok, polisin işi hakkaten zor Hüsnü.
İçimi asıl yakan ne, biliyor musun Hüsnü? Bu gencecik beyinler bu yollara niye meyleder? Niçin derslerine çalışıp bir an önce okulunu bitirip vatana hizmet etmeye uğraşmazda, böyle polise, vekile, devlet ekranına…
-Ekran değil, erkân.
Ney?
-Erkân, erkân.
Canım o kadar dilimiz döndü yeter. Erkân, merkân, karıştırma şimdi. Niye onlara yumurta atar, ne dediklerini anlamadığım şeyler bağırır.
-Slogan.
Ne gan ne gan?
-Slogan, slogan.
Yahu Hüsnü! Sen nerden biliyorsun bu kadar şeyi?
-Okuyorum abi, bir de gündemi takip ediyorum. Yılda bir kitap olmasa bile en azından yarısını kesin bitiririm. Sonra, bizimkilerin maçını takip eden gün mutlaka gazeteye göz atarım.
Ulan biz de okuduk ama baksana hiçbir şeyden haberimiz yokmuş meğer…
Hüsnü!
-Buyur abi.
Yoksa bazı günler posta gözümden gazetemi sen mi aşırıyorsun?
-Estağfurullah Necati abi!
Eğer gazetemi aşıranı bir bulursam Hüsnü…
Neyse, oturdum gençlerden birinin yanına. Dedim, evlat! Ayakkabıların markası Adidas. Kıçındaki pantolon kot. Hani şu Amerikan kovboylarının giyindiği cinsten…
“Ne olmuş” demesin mi? Ne olmuşu var mı yahu? Sen kalkıp emperyalizme karşı bayrak açacan, ama ayağında ve kıçında emperyalist dediğin ülkelerin malzemelerini taşıyacan. Sen söyle Hüsnü, odlu mu şimdi bu.
-Olmadı Necati abi.
Dedim, gel seni Küba’ya göndereyim. Bütün masraflar benden. Git orda yaşa. Tam senin istediğin gibi özgürlük var orda.
-Olur mu Necati abi. Küba daha düne kadar cep telefonunun bile yasak olduğu bir ülkeydi.
Canım anla işte Hüsnü. Sen de cahil cahil konuşup canımı sıkma şimdi…
Neyse boş ver Hüsnü. Bu haftaki maç ne olur sence?…

Bana Eskiyi Verin

    Kokusu onlarca metre uzaktan duyulan, içleri kan kırmızı, etli, hormonun h’sinden uzak o eski domatesleri… Ve koparılırken, yine etrafa eşsiz kokular yayan deforme olmamış yeşil-sarı karışımı salatalıkları, veyahut nam-ı diğer hıyarları. Hele bir de komşunun bahçesinden aşırmışsan vay anam vay! Yemeye bile kıyılmaz…

    Büyük bir iştahla ısırırken, içinden kurt çıkan ve tükürüp daha dikkatli yediğimiz, ilaçla, hormonla desteklenmemiş, tabiri caizse  namahrem eli değmemiş, tadına doyulmayan mayhoşuyla, tatlısıyla kan kırmızı elmaları.

    Çocukluğumuzun kaybolup giden masumiyeti gibi o lezzetli meyve ve sebzeler de yok olup gitti ne yazık ki. Şimdilerde pazarda ve manavlarda albenisi öylesine fazla olan bu ürünleri görünce eskiyi hatırlamamak mümkün değil. Görünüşleri hoş, içleri boş…

    Özlüyorum…

    Ramazan aylarında, neredeyse sahura kadar köyün sokaklarında cirit attığımız, polis-hırsız oyunu oynadığımız, acıkınca rengi yeşile dönmüş, bir çoklarının bayat, küflü diye yemediği, oysa kazara yedikten sonra parmaklarını dahi yalayacak hale geldiği kuru peyniri, tandırda pişmiş köy ekmeği ile dürüm yapıp doyasıya yediğimiz o güzel günleri.

    Özlüyorum…

    Fatmagül’ün henüz suçunun olmadığı, yaprakların dökülmeyip dallarında kaldığı, kurtların dağlardaki yerlerini terk edip vadilere inmediği günleri de özlüyorum.

    İngilizlerden sekiz, Macarlardan altı yediğimiz günleri bile özlüyorum. Coşkun Özarı hocanın, sıkıntıdan sigarayı ters taraftan yaktığı ve yenen her golden sonra yüzüne yansıyan çaresizlik ifadesini dahi özlüyorum.
İnsani değerlerimizin henüz alabora olmadığı, komşunun komşuyu ziyaretinin sıkça yaşandığı, beyazcamın evleri esaret altına almadığı, sanal dünyanın sahte kahramanlarının henüz revaçta olmadığı, hangi kanalı izlesem diye bir derdimizin olmadığı ve tek kanalın bize yetip de arttığı günleri…

    Öğretmenimizden dayak yediğimiz günleri bile özlüyorum. Ayağımızda kara lastik, paçamızda beli lastikli naylon pantolonla okula gittiğimiz, bir lise kazanacağım diye anamızdan emdiğimiz sütün burnumuzdan getirilmediği o eski yılları… Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzu, gençliğimizi…

    Kağnı dediğimiz “Öküz Arabası”nın, demir çerçeve ile sarmalanmış odundan tekerleklerinin ta uzaklardan bile duyulan kesintisiz gacır gucur seslerini…

    Biçilen çayırların yüzlerce bağ otunu taşırken, atlarımızın sırtında kendimizi Kara Murat veya Tarkan sandığımız o eski günleri çok özlüyorum.

    Dutlar olgunlaşıp dallardan akmaya başladığında rızıklanmak için uzak diyarlardan gelen göçmen kuşlarının ciyak ciyak ötüşlerini…

    Mahalleler arası maçlarda giyinip hava basmak için, gariban diliyle büyük kulüplere “Bize forma gönderin” diye yazdığımız mektuba cevap gelmeyeceğini bildiğimiz halde “Umut fakirin ekmeği” misali sabırla beklediğimiz günleri çok, hem de çok özlüyorum…

Sitemim bilim insanlarına…
Artık şu zaman makinesini icat edin…
Çünkü bu sahte dünyanın iki yüzlü halinden bıktım, yoruldum, usandım.
Geçmişe gitmek istiyorum…
Çocukluğumu istiyorum…

20 Ocak 2011 Perşembe

Evimizdeki Tehlike

Devletleri yönetenler, toplumları idare edenler, tarih boyunca silahlanmışlardır. Günümüzde bu durum bütün haşmetiyle ve aklımızın almayacağı boyutlarda büyük bir hızla devam ediyor. Üstelik bunu yapanlar düşmanca bir hesap peşinde olmadıklarını, amaçlarının barışçıl olduğunu ileri sürerek yapmaktadırlar bu işi. Bir bakıma doğru olabilir bu söz. Haklılık payı vardır mutlaka. Elinde bulunan silah sana karşı düşmanca hesaplar peşinde olan birilerini caydırıyorsa ve seni muhtemel bir felaketten koruyorsa o zaman elbette haklısındır. Hatta bu konuda Peygamber (s.a.v) Efendimiz, düşmanın silahıyla silahlanılması konusunda uyarıda bulunuyor. Yani silahı bulundurma amacı kendini korumak ve barışı sağlamak ise ne âlâ, değilse felaket her an kapını çalabilir ve çalıyor da…
 Her neyse! Bizim işimiz silahla, silahlanmayla değil. Bu örneği, eldeki imkânlar iyi veya kötü yönde kullanıldığında meydana gelebilecek olayları daha iyi anlayabilmemiz adına verdik. Bizim işimiz insanla, onun iyi yetişmesiyle, eğitimiyle…
Silah deyince aklımıza herkesin malumu olanlar geliyor. Saymaya bile gerek yok. Peki, hiç düşündük mü? Acaba bunların dışında da silahlar var mı? Düşünmemiş olabiliriz, hatta buna gerek dahi görmemiş olmamız muhtemeldir. Belki de gözümüzün önünde oldukları için, her gün onlara dokunduğumuz, her gün onlarla haşır-neşir olduğumuz için düşünmek aklımıza gelmemiştir.
Şaşırmadığınızı biliyorum. Çünkü neyi kastettiğimi anladınız. Hepimizin evine, işyerine kadar girmiş olan televizyon ve bilgisayar...  Günümüz dünyasında vazgeçemeyeceğimiz iki silah! Birer el bombası veya tahrip gücü yüksek birer mayın… İkisinden de en verimli şekilde faydalanmak bizlerin elinde. Tabii gaflete düşüp pimlerini çeker veya üzerlerine basarsak, ya kolumuzu-bacağımızı koparıp atar, ya gözümüzü kör eder, ya da…
Unutulmamalıdır ki toplumların yıkımı sadece topla, tüfekle olmuyor. Tarih sahnesinden çekilmiş nice devletler vardır ki; kendi içlerindeki karmaşadan, ahlâk çöküntüsünden veya kültür yozlaşmasından dolayı yıkılıp gitmişlerdir. Öz benliklerini kaybetmişler, başkalaşmışlar ve asıllarını unutmuşlardır. Bunlardan belki çok az bir kısmı ayağa kalkabilmiş ve günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Bunu başarabilenlerden biri de Türk milletidir. Şükürler olsun ki bizler, tarih boyunca birçok kez  yıkılmamıza rağmen bir yenisini kurarak ayağa kalkmayı başarmışız. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmazsa tekrarının olmayacağını kim garanti edebilir?
Biz, silahla yıkılacak milletlerden değiliz. Bunu bildikleri için değil mi hücrelerimize kadar girip bizleri başkalaştırmaya, hissizleştirmeye gayret ediyorlar. Ellerindeki bütün imkânları seferber ederek sabırla ve acele etmeksizin, sindire sindire üzerimize geliyorlar.
Özellikle internet, hayatımıza girdikten sonra daha farklı bir boyut kazandı bu savaş. Burada unutulmaması gereken çok önemli bir ayrıntı var ki, belirtmeden geçemeyiz. Televizyon ve internet, toplumları yıkmak amacıyla icat edilmiş değildir. Böyle bir şeye ihtimal dahi veremeyiz. Hatta bunu iddia etmek son derece gülünçtür. Ancak bu iki mükemmel icadın, toplumlar üzerindeki etkisini görmezden gelmek de imkânsızdır.

**
*

Bu kadar sözden sonra asıl konumuza girelim artık ve şöyle sakin bir kafayla düşünelim lütfen. Evimizdeki bu cihazları amacına uygun kullanıyor muyuz? Onların, çocuklarımız için faydalı olmasına çalışıyor muyuz? Yoksa pimlerini çekip ellerine mi veriyoruz? Eğer öyleyse acınacak bir haldeyiz ne yazık ki. Her anne baba her konuda olduğu gibi televizyon ve internet konusunda da üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmek zorundadır. Hatta diğerlerinden daha öncelikli olarak yapmalıdırlar bunu. Çünkü amacına uygun kullanılmayan bu iki mükemmel teknoloji harikası, öldürücü bir virüse dönüşebilir ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir.
Ne yapacağız peki? Evimize sokmayacak mıyız? Böyle bir davranışa kalkışmak öncelikle kendimizle çelişmek olmaz mı? Hani, ilim Çin’de de olsa arayıp bulmamız gerekiyordu! Teknolojiye uzak durmak başımızı kuma gömmekle eşdeğerdir. Biz devekuşu değiliz. Biz insanız ve insan olmanın gereği de gelişen, değişen dünyaya, teknolojiye ayak uydurmaktır. O halde geriye bu teknolojiyi amaca uygun kullanmak ve ondan en verimli şekilde faydalanmak kalıyor.
Sorumluluk sahibi anne babalar çocuklarının iyi yetişmesini istiyorlarsa akşamları televizyon karşısına geçip çocuğun psikolojik, ruhsal ve sosyal gelişimine en ufak bir katkısı olmayan programları izlememelidirler. Şiddet içerikli, olumsuz davranış oluşturabilecek ve cinselliğin ön planda olduğu programlar, çocuklar için pimi çekilmiş birer el bombasından veya üzerine basılmış birer mayından farksızdır. Bu programları izlemek kimsenin kolunu, bacağını kopartmaz, sakat bırakmaz elbette ancak, çocukların ruhundan bir şeyler koparacağı da muhakkaktır. Seçici olmak zorundayız. Kimse kafamıza silah dayayıp o programları zorla izletmiyor. Kendi nefsani arzularımızı tatmin etmek uğruna çocuğumuzu heder ettiğimizin farkında değiliz maalesef. Biliyorum bu satırlar ağırımıza gidiyor. Kabullenmek istemiyoruz hatta kızıyoruz. Oysa tek yapmamız gereken seçici olmak ve fedakârlıktan kaçmamak. Televizyonda o kadar mükemmel programlar var ki, tüm aile fertlerinin oturup rahatça izleyebileceği ve gelişimimize katkısı olan programlar…

**
*

            İnternet… Günümüzün olmazsa olmazlarından. Ortadan kalktığını düşünmek bile korkunç. Hayatın her anına sirayet etmiş sanki. Hayatımızı kolaylaştıran ve bir o kadar da esaret altına alan devasa bir icat. Aslında “kendimizi esir ettiğimiz” demek daha doğru olacaktır. Tıpkı televizyon gibi hatta ondan da tehlikeli olabilecek bir canavar… Çocuklarımızın saatlerce bilgisayar başında kalması, internette gezmesi, tozması, oynaması, zıplaması…  Bütün bunları yaparken girip-çıktığı, oturup soluklandığı yerler… Oynadığı bir oyuna kendisini kaptıran ve etkisini sürekli üzerinde hisseden çocuklarımız… Bu arada fiziki rahatsızlıkları saymıyorum bile. Çocuğun eline bilgisayar vermek marifet değildir. Marifet onu amaca uygun kullanmasını sağlamaktır.
Sanal alemde yaşayan, mongollaşan, hissizleşen, bananeciliği adet edinen, gerçek dünyadan kopan çocuklar yetiştirmeyelim lütfen!