24 Ekim 2009 Cumartesi

Kırmızıyı Sevmek

Her sürücü trafikte hata yapabilir. Kasti olmamak şartıyla yapılan ve kimseye zararı olmayan bazı hatalar göze batmayabilir, ancak bir kısım hatalar affedilir gibi değil. Kimimiz kırmızı ışığa aldırış etmeyiz, kimimiz kırmızı ışıkta durma zahmetine katlanırız ama yaya geçidini tapulu yerimiz zannederiz, bazen olmadık yerde sollama çeker, bazen kendimizi Formüla1 yarışında zannettiğimizden, aracın ibresine bakma lüzumu bile hissetmeyiz. Ne zaman ki trafik ekipleri tarafından çevrilirsek, ancak o zaman farkına varırız hız limitini aştığımızın. Bazen de adresimize gelen bir ceza makbuzu sayesinde nerede ve ne zaman hata yaptığımızı anlarız. Çünkü kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki ne yaptığımızın farkında bile olamıyoruz. Radara ya da mobese cihazına yakalandığımızda iş işten geçmiş oluyor ne yazık ki.
Peki, evlerimizde de buna benzer bir trafik akışı yaşandığının farkında mıyız? Anne-babalar olarak çocuklarımız için her şeyin en mükemmelini isteriz. Çocukluk ve
yetişkinlik  yıllarında yollarına emin adımlarla devam etmelerini sağlamak için onlara bir takım kurallar telkin eder ve bunlara uymalarını isteriz. Onlara zararı dokunacak en ufak şeylerden kaçınırız. Sağlam bir kişiliğe sahip olmaları için elimizden geleni fazlasıyla yapma uğraşı içerisine gireriz. Ama bu uğraş sırasında farkında olmadan çocuklarımıza  pek de olumlu olmayan fikirler de aşılayabiliriz. Hatta bazen o kadar ileri gideriz ki; trafikte hız limitini aşan sürücüden farkımız kalmaz. Çocuğumuza aşıladığımız yanlış düşüncelerin olumsuz etkilerini bir süre sonra görmeye başlarız. Bu sefer elimize tutuşturulan bir ceza makbuzu da değildir ne yazık ki. Ortada bir suç vardır ve ileriki yıllarda cezasını maalesef çocuk çekecektir.
            Nedir, farkında olmadan çocuklara  aşıladığımız bu yanlış düşünceler?
            Birisi, belki en önemlisi: “Onlardan, giriştikleri her işte iyi olmalarını, başarılı olmalarını istemek.” Çocuklarımızı en iyisini yapmaya motive etmek ile onlardan her işte iyi olmalarını istemek arasında dikkatlerden kaçmaması gereken çok hassas bir çizgi vardır. Çocukların hiç ilgisi olmayan alanlarda onlardan başarı beklemek ve bunu onlara hissettirmek cinayettir. Onların azmini, hevesini, heyecanını katletmekle eşdeğerdir bu yaptığımız. Maalesef en çok yapılan hataların başında da bu vardır. Çocuklar farklı zeka yapılarına sahiptirler. Onlardan kendilerinde olmayan veya çok az olan bir beceriyi göstermelerini istemek, yüzme bilmeyen birini yarışmaya katıp ondan başarı beklemekle aynı şeydir. Yüzme bilmeyen birinin havuzdaki hali neyse, kendisinde olmayan bir yeteneği, beceriyi sergilemesi istenen çocuğun hali de odur.
            Asıl tehlike ise çocuğumuzda var olan fakat sonraki yıllarda kendini gösterecek bir takım erdemleri köreltmektir. Çünkü yetenekler zamanla geliştirilebilir. Bunun için doğru adım atılmalı, çocuğun özgüvenini sarsacak, yıpratacak davranışlardan kaçınılmalıdır. Onlardan istediğimiz, beklediğimiz başarılar eğer zamansızsa çocuğumuz hayal kırıklığına uğrayacaktır. Tabi ki biz de aynı akıbetten payımıza düşeni alacağız.
            O halde ne yapılmalıdır? Çocuğumuzu körü körüne bir uğraşın içine sokmaktansa ona alternatifler göstererek ilgi alanının ne olduğunu belirlemeye çalışmamız gerekir. O zaman çocuğumuz kendini keşfedecek ve her insanın kendine has güçlü ve zayıf yönleri olduğunun farkına varacaktır.
Bu toplumun bilim insanına da, edebiyatçıya da, müzisyene de, ressama da, sporcuya da, siyasetçiye de, gazeteciye de; kısacası her meslek dalından insana ihtiyacı vardır. Bırakalım çocuklarımız kendi yeteneklerini sergilesin, bu yeteneklerine uygun bir çizgide yürüsünler. Eğer onların geleceğini düşünüyorsak, biz anne-babaların yapması gereken onlara bu konuda destek olmak, onları kendi emellerimiz doğrultusunda yetiştireceğiz diye heder etmemek, var olan yeteneklerini daha filizlenmeden, gün yüzüne çıkmadan yok etmemek olmalıdır.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Denge

Âlemlerin rabbi olan Allah(cc), kâinatı belirli bir dengede yaratmıştır. Yıldızlar, güneş, gezegenler ve galaksiler belli bir nizam içerisinde seyirlerine devam ediyor. Sular, yer ile gök arasındaki döngüsünü sürdürüp duruyor. Gece ile gündüz birbirini kovalarken mevsimler gelip geçiyor. Her sonbahar dökülen yapraklar, sararan otlar, çırılçıplak kalan ağaçlar her ilkbaharda yeniden canlanıyor, dallar yeniden filizlenip tomurcuklanıyor ve çiçek açıyor, yaz gelince afiyet ile yediğimiz meyveler ise dallardan ahenkle sarkmaya başlıyor. Ortalık bir renk cümbüşüne dönüşerek tarifsiz bir seyir zevkine kavuşturuyor bizleri.
Âlemleri ve insanı var eden Allah(cc),  her şeyi bir dengeye oturtmuşken onun kulları olan bizler, yaptığımız tüm işlerde belirli bir denge izlemek zorunda değil miyiz acaba? İşimizde, evimizde, ibadetimizde, birbirimizle olan ilişkilerimizde, dengeli bir çizgide yürümek zorunda değil miyiz?
Şüphesiz ki denge mevhumunu hayatına tatbik etmeyi başarabilen insan, erdemli insandır. Bu çizgide devam etmekse daha büyük bir erdemdir.
Her alanda olduğu gibi çocuklarımızın yetişmesinde de bu çizgiye dikkat etmeli ve dengeli bir yol izlemeliyiz. Bizleri kararlı gören çocuklar yaşamlarını bu yönde geliştirecek ve öyle de devam edeceklerdir. Ancak bizim kararlılığımız elbette ki menfi yönde olmalıdır. Yoksa kuru bir kararlılık ne bize ne çocuklarımıza bir fayda sağlamayacaktır.
Bizden herhangi bir talebi olan çocuğumuzu önce ciddiyetle dinlemek ve isteğinin gerekliliği konusunda karşılıklı konuşmak gerekir. Çocuğun talebi bize göre anlamsız ve gereksiz olabilir ancak unutulmamalıdır ki; kendi dünyasında çoktan inanmıştır bunun gerekliliğine. Bu durumda yapılması gereken ne olmalıdır? Çocuğun talebini yerine getirmek mi, yoksa onu dinleme zahmetinde bile bulunmadan kestirip atmak mı?
Sebebini izah etmediğimiz davranışlar doğru değildir. Çocuk, isteklerinin reddedilme sebebini bilmek ister. Elbette buna hakkı vardır. Bizler de kocaman insanlar olduğumuz halde aynı tutum içine girmiyor muyuz? O halde aynı davranışı sergileyen çocuğu, anlayışla karşılamak zorunda olduğumuzu neden unutuyoruz?
Çocuğumuzun çantaya ihtiyacı var ve beraber alışverişe çıktık. Değişik çantalara baktık, fiyatlarını öğrendik. Bütçemize göre bir çanta almamız gerekiyor ancak çocuğun umurunda değil. O, gözüne kestirmiştir alacağını. Burada bir çatışma çıkması kaçınılmazdır. Biz bütçeye uygun olanı almak istiyoruz, o ise kendi istediğinde diretiyor. Asıl mesele burada başlıyor ve bizim maharetimiz işte bu noktada devreye giriyor. Çocuğu incitmeden meseleyi halletmek…
Her kapının bir anahtarı vardır. Yanlış anahtarla kapıyı açmaya çalışmak anahtarı kıracak, kilidi bozacaktır. Mutlaka doğru anahtarı bulmak ve kullanmak gerekir.
Bu durumda ne yapmalıyız? Galiba biraz daha fedakârlık yaparak orta bir yolda buluşmalıyız çocukla. Doğru anahtar işte budur.  

***

            Öte yandan çocuğun her isteğini yerine getirmek kadar yanlış bir davranış yoktur aileler için. Böyle bir tutum içerisinde olan aile, çocuğunu dipsiz bir kuyuya çevirdiğinin farkında değildir. Nasıl ki dipsiz kuyu, içine her atılanı yutar ve hiç dolmazsa, her isteği karşılanan çocuk da doyumsuz olacak ve isteklerine her geçen gün bir yenisini ekleyecektir. Ekonomik durumu iyi olan aile için bu durum önemsiz görünebilir. Onlar çocuklarını mutlu ettiklerini düşünüyor olabilirler ve mutlu da ediyorlardır ancak bu mutluluğun ilerde ortaya çıkaracağı muhtemel problemleri hesaplayamıyorlar.
            Bardak, hacmi kadar suyu alabilir. Biraz fazla doldurulmaya kalkışılırsa taşar. Taşan su bir yerleri ıslatır. Bu bir dere yatağı da olabilir. Aşırı yağan yağmur sularını taşıyamayan bir dere yatağının durumunu söylemeye bile gerek yok. Yatağa sığmayan sel suları, önüne çıkan her şeyi yıkacak, sökecek alıp götürecektir.
            Özellikle Avrupa’da intihar olaylarının artmasının sebepleri arasında, gençlerin içine düştükleri boşluğun etkili olduğu söylenmektedir. Bu boşluğun nedenlerinden biri de doyumsuzluktur. Hayatta her istediğini elde etmiş olan bir insanın hedefi kalmamışsa yaşamasının bir anlamı olmuyor mu yoksa! Kişi, manevi dünyadan da uzaksa buna şaşırmamak lazım.  Öyle ya! Manevi duygulardır insanı hayata bağlayan… Uğruna yaşanılacak bir şey kaldığına inanılmıyorsa ve hayattaki her zevk tadılmışsa…
Bu duruma düşen birisi ya hayatına ya da başkalarının hayatına kast edecektir. Nitekim zaman zaman şahit olmuyor muyuz bu duruma? Ne kadar acı, değil mi?
            O halde sevgili anne-babalar! Ekonomik durumu iyi olan-olmayan aileler! Yaşamımızda orta bir yol tutmak ve elimizdeki imkânları denge unsurunu göz önünde bulundurarak kullanmayı, eldekiyle yetinmeyi ve onu amaca uygun harcamayı kendimize ilke edinmemiz gerekiyor. Ona, kanaatkâr olmayı, aşırıya kaçmamayı, israfın yanlışlığını, cimriliğin ve aşırı tutumlu olmanın doğru olmadığını, yaşam boyu dengeyi korumanın gerekliliğini anlatalım, anlatmakla kalmayıp bunu yaşamımıza tatbik edelim. Çocuğumuz için, onun geleceği için… Çöl ortasındaki adam gibi olmamaları için…

Kıssadan Hisse

Adamın biri çölde devesiyle yolculuk yaparken bir vahaya rastlar. Hem kendi hem devesi yorgundur. Dinlenmek için iyi bir imkân geçmiştir eline. Hem susuzluğunu giderecek hem serinleyecektir. Belki biraz da uyuyacaktır. İlk iş olarak üzerindeki tüm elbiseleri çıkarıp suya dalar. Çöl ortasında su… Kim olsa aynını yapar herhalde.
Her neyse! Uzatmayalım. Suyun içinde keyif çatarken devesinin ve elbiselerinin bir hırsız tarafından araklandığının farkına bile varamamıştır. Başına gelen felaketi fark ettiğinde iş işten geçmiştir.
Çırılçıplak, çöl ortasında kendinizi düşünün!
Sağa sola çaresiz koşuşturup durur. Bağırışlarını kızgın çöl kumlarından başka işiten olmayacağını bildiği halde sesi kısılana kadar lanet okur hırsıza.
Bu arada uzaklardan bir karartının yaklaşmakta olduğunu fark eder ve utandığı için hemen kumların üzerine yatar, belden aşağısı görünmeyecek şekilde kuma gömer kendini.
Yaklaşan yolcu çöl ortasında gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve belden aşağısı kumlara gömülü adama sorar:
-Bu halin nedir?
Başına gelenleri anlatır bizimki.
-İyi! Haline şükret, der adam. Bizim ki sinirlenir ve adama çıkışır.
-Sen ne saçmalıyorsun be! Neyime şükredeyim? Görmüyor musun halimi? Çöl ortasında çırılçıplak kalmışım… Buna mı şükredeyim?
-Bak! En azından kendini kumlarla örtmüşsün. Hiç olmazsa edep yerlerin görünmüyor. Daha ne istiyorsun? Der ve uzaklaşıp gider.
Kumun içinde öfkeden kudurmuş bir halde adamın arkasından sövüp sayarken çıkan fırtına, kumları havada uçuşturmaya başlar. Şimdi gizlemeyi başardığı yerleri de meydanda kalmıştır.

30 Nisan 2009 Perşembe

Çocuklarımızın Sağlığı

4 Şubat, “Dünya Kanser Günü” olarak bilinir. Bu tarihte çeşitli etkinlikler düzenlenir, toplumu kansere karşı bilinçlendirme çalışmaları yapılır.
Ülkemizde her yıl yaklaşık 150 bin kişinin bu hastalığa yakalandığı tahmin edilmektedir. Nedenleri arasında “sigara kullanımı, kötü beslenme alışkanlıkları, dengesiz beslenme, bazı virüsler, enfeksiyon hastalıkları, uzun süre güneş altında kalma, aşırı dozda röntgen ışınına maruz kalma ve bazı kimyasal maddeler (katran, benzen, boya maddeleri, asbest, bazı kozmetikler ve deterjanlar), hava kirliliği, gelişen teknolojiyle yoğun kullanım nedeniyle yoğun radyasyona maruz kalma” gibi sebepler gösterilmektedir. Ancak bunların içinde en önemlisinin beslenme düzeni olduğu kabul edilmektedir.
Kanserden korunmak için doğru beslenme yöntemleri arasında ise; öncelikle yeterli ve dengeli beslenme, ideal vücut ağırlığını koruma, kızartmaları en aza indirme, günlük tuz tüketiminin 5-6 gramı geçmemesi, taze meyve sebze tüketimini artırmak, besinleri saklama koşullarına dikkat etmek ve katkı maddesi içeren yiyecek ve içeceklerden uzak durma, kepekli ekmeği tercih etme, sıcak ve soğuk gıdalardan uzak durmak gibi yöntemler gösterilmektedir. Bunların içinde bizleri, yani anne-baba ve eğitimcileri çok yakından ilgilendiren bir madde var ki, buna dikkatinizi çekmek istiyorum.
“Katkı maddesi içeren yiyecek ve içecekler…”
Anne-baba duygusallığıyla hareket etmemizden kaynaklanıyor olsa gerek, bu gerçeği göz ardı ediyoruz. ve çocuklarımızın ilerde ne gibi bir durumla karşılaşabileceklerini  aklımıza getirmiyoruz.
Ne yazık ki tükettiğimiz gıda maddelerinden bir çoğu katkı maddesi barındırıyor ve sağlığımızı doğrudan tehdit ediyor. Günümüz yaşam koşulları bu maddeleri kullanmamızı kaçınılmaz kılıyor olsa da, yine de bunu asgariye indirmek, hiç olmazsa mecburi olmadığımız maddeleri kullanma alışkanlığından vazgeçmek her anne-babanın, her ferdin görevi olmalıdır. Bir kahvaltı sofrasında peynir, reçel, zeytin,yumurta vs. gibi gıda maddeleri bulunmalıdır. Ancak, marketlerden aldığımız bu maddelerin içinde ne yazık ki katkı maddesi bulunuyor. Bu katkı maddeleri gıdanın ömrünün uzun olması, erkenden bozulmaması için katılıyor ama bu durum ortadaki  acı gerçeği değiştirmez.
Mecburi kullandığımız bu maddelerin haricinde, insan sağlığını hiçe sayan, uzmanlar tarafından zararları kesin olarak belirlenmiş birtakım maddeler vardır. Asitli içecekler ve patates cipsi gibi…
TÜBİTAK’ın yapmış olduğu bir çalışma konu hakkında bizlere yeterince bilgi veriyor. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK), gıda ürünleriyle ilgili kanser taramasında Türkiye’de 20 çeşit ürünü piyasadan tesadüfi yöntemle toplayıp incelemiş. Bu ürünleri kapsayan ev yemekleri, kavrulmuş çerez, fırıncılık mamulleri, cipsler, kahve, bisküvi, kraker, çikolata, bebek mamaları, patates kızartmaları, Türk tatlıları, ızgara, kebap, döner ve köfte gibi gıdalardan oluşan yaklaşık 50 gıdayı da analiz etmiş. Araştırmanın ilk aşamasında yüksek ısıya maruz kalan cips, kraker, bebe bisküvisi, kavrulmuş çerezlerde yüksek oranda kanserojen maddesi tespit edilmiş.
Görüldüğü gibi ilk sırayı cipsi almaktadır. Ülkemizde bu ürünün üretilmesi ve satılması konusunda herhangi bir yasak bulunmamaktadır. Ancak bu ürünü çocuklarımızdan uzak tutmak bizlerin elinde. Çocukların belki de en fazla tükettiği ürün, cipslerdir. İngiltere Sağlık Bakanlığı’nın, bu ürünün okullarda satışını yasakladığını gazete ve televizyonlardan öğrenmiştik. Bizlerin böyle bir yetkisi olmadığına göre çocuğumuza kendi yasağımızı kendimiz koymak zorundayız. Ancak çocuklara bu ürünü yasaklarken onlara çok daha iyi bir alternatif sunmak da yine bizlerin görevidir.
Çocuklarımızla anlayacakları dilden konuşmak ve onları ikna etmek zorundayız. Onları meyve tüketimine yöneltmek zorundayız. Tabiî her konuda olduğumuz gibi bu konuda da kararlılığımızdan taviz vermemek öncelikli ilkemiz olmalıdır.

14 Mart 2009 Cumartesi

Kaybolan Yıllar

Hoşgörü sözcüğünün anlamı o kadar geniştir ki; hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Toplumlar bu sözcüğün anlamını hayatlarına tatbik ettikleri müddetçe huzur ve sükunet içinde yaşama fırsatı bulurlar. Aksi takdirde yaşam sancılı bir doğum haline gelir ve her gün birileri bu sancıyı çekmek zorunda kalır. Akıllarda “Acaba bana ne zaman sıra gelecek?” sorusu her zaman tazeliğini korur.
Ne yazık ki bırakın farklı bir ırktan ve dinden olmayı aynı milliyete ve aynı dini inançlara sahip olmamız bile birbirimizi incitmekten alıkoyamıyor bizleri. Bu kutuplaşma nasıl bu kadar ileri boyutlara ulaştı? Aynı çatı altında yaşayan aile mensupları arasında bile çok farklı anlayışlar ve buna bağlı olarak anlaşmazlıklar meydana geliyorsa, bir baba veya anne, oğluna veya kızına söz geçiremiyorsa “Nereye gidiyoruz?” sorusu zihinlerimizin bir köşesinde her an canlılığını korumalıdır.
Sokakta yürüyor, çok değişik tarzda giyinen, farklı saç modeline sahip olan insanlar görüyoruz. Herkesi kendi farklılığı içerisinde kabullenip benimseyebiliyor muyuz? Eğer bunu yapıyorsak insana değer veriyoruz demektir. Arkasından bir süre izleyip sonra hakkında ileri geri konuşuyor hatta sövüp sayıyorsak ne yazık ki hoşgörü adına hiçbir şeye sahip değiliz. İnsanları kılık-kıyafetlerinden dolayı yargılamak, haklarında olumsuz düşüncelere kapılmak son derece yanlış hatta utanılması gereken bir durumdur. Bizleri birbirimize tahammül edemez hale getiren en belirgin unsurlardan biri de bu şekilciliktir. Birbirimizin fikirlerine, icraatlarına önem vermek, desteklemek gerekirken “tipi hoşuma gitmiyor, ondan hiçbir şey olmaz”  demek kolayımıza geliyor nedense.
Hz. Mevlana’ya her fırsatta sahip çıkarız fakat onun “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü” sözünü aklımıza dahi getirmeyiz. İnsanın iç dünyasıdır önemli olan. Dışa kapılır gidersek çağdaş uygarlık seviyesini daha uzun yıllar kovalamaya devam ederiz. Düşünen, üreten beyinleri köreltmeye çalışırsak, onları siyasi görüşlerinden veya dini inançlarından dolayı engellersek, hatta saf dışı bırakmaya çalışırsak ülkemizin geleceğine sekte vurmuş olmaz mıyız?
“Tek tip insan modeli” diye bir kavramdan geçen haftaki yazımızda da bahsetmiştik. Böyle bir anlayış ancak Ortaçağ Avrupa’sı için geçerli olabilecek bir durumdur. “Dünya dönüyor” demenin yasak olduğu bir Ortaçağ Avrupa’sı… Oysa günümüz Avrupa’sı ne kadar da farklı değil mi? Bilim ve teknolojide ilerlemiş, toplumsal sorunlarını büyük ölçüde çözmüş bir Avrupa… Üstelik kanlı iki büyük savaş yaşamasına rağmen ayağa kalkmayı başarabilmiş bir topluluk… Medeniyeti bizden öğrenen fakat günümüzde bize medeniyet satan Avrupa… Biz Osmanlının gerileme döneminden itibaren geri viteste gerilemeye devam ederken, her geçen gün biraz daha ilerleyen bir Avrupa… Onların hukukunu, kanununu kabul etmemiş miydik? Onlar gibi olmayı tercih etmemiş miydik? O halde bizlerin de bu gün onların yakalamış olduğu seviyeyi yakalamamız gerekmez miydi? Gerekirdi… Ama yakalayamadık. Birbirimizi yemekten, eleştirmekten, öldürmekten, dışlamaktan, aşağılamaktan, süründürmekten, sürgün etmekten, fişlemekten vakit bulamadık!
Bizim gibi düşünmüyor, bizimle aynı inançtan değil diyerek körelttik insanımızı. Hep bir şeylerden korktuk ama neyden ve niçin korktuğumuzu bile bilemedik. Komünizm, faşizm, sağ-sol, irtica gibi kavramlarla uğraşıp durduk. Türkiye elden gidiyor, cumhuriyetin temellerine dinamit koyuluyor yaygaralarını kopardık hep. Oturduğu eski evini yada kullandığı arabayı bile değiştirmeye gücü yetmeyen insanları, devletin temellerini değiştirmeye çalışmakla suçladık. Her kesimden çok sayıda bilim adamını, fikir insanını hapislerde çürüttük. Sonuçta görüldü ki Türkiye hiçbir yere gitmiyor ve cumhuriyet sapasağlam ayakta.
Bize kalan ise, geçmişin hatırlamak dahi istemediğimiz hüzünlü sayfaları oldu. Bir de acılarla, kırgınlıklarla, pişmanlıklarla sarmalanmış kayıp yıllar...

13 Mart 2009 Cuma

Adalet

Fatih Sultan Mehmet, yeni yaptıracağı caminin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim eder. Mimar, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar Sinan-ı Atik, padişah aleyhine dava açar. Fakat ne Galata ne de Eyüp kadılığı padişahı yargılamayı göze alamaz. Mimarın şikayetini Üsküdar Kadısı Hızır Bey kabul eder ve davayı açar. Mahkemeye celb edilen büyük padişah, baş köşeye geçmek isterse de davacıyla birlikte mahkeme huzurunda ayakta bekletilir. Yargılama sonunda, padişah suçlu bulunur. Ceza olarak mimara yapılan haksızlığın aynısının tatbik edilmesine, yani padişahın elinin kesilmesine karar verilir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu büyük karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Mimar, kısası istemediği için, Fatih, günde on altın tazminata mahkum olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır. Böylece padişahın eli kesilmekten kurtulur.
Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, mahkemenin kararından sonra Fatih çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla senin başını paramparça ederdim” der. Kadı Hızır Bey Çelebi’de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir:
 “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik-deşik ederdim.”
Bu olaydan kim ne anlar bilinmez ama gerçek olan şu ki; böyle bir adaleti sanırım hiç kimse istememezlik etmez. Çalkantılı bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde ülkemiz için en güzelinin, en doğrusunun yapılmasını ümit etmeliyiz.
Yargı işini yargı kurumlarına bırakarak biz işimize dönelim. Her zamanki gibi bizim işimiz evde ve okulda eğitimdir. Adaletten söz açmışken anne-babalar olarak kendimize de bir bakmamız gerekiyor. Çocuklarımız arasında olmamız gerektiği gibi olabiliyor, adaletli davranıyor muyuz? Herhalde bu soruya hiç kimse “Hayır! Ben davranmıyorum” diye cevap vermez ancak bazen farkında olmadan bu hataya düştüğümüzü kabul etmemiz gerekiyor. Özellikle küçük çocuklar büyükleri karşısında biraz daha korunurlar ki bu gayet normaldir. Bazen büyükler küçüklere karşı baskı kurabilir ve bunu önlemek de biz anne-babalara düşer. Bu konuda hassas olmalı şişi de kebabı da yakmamalıyız. Çocuklar arasında adaletli olmak her konuda çok önemlidir. Birisine aldığımız herhangi bir şeyden öteki asla mahrum olmamalı. Çocuklar paylaşmayı ailede öğrenmeli. Bencil yetiştirilmiş bir çocuk aileler için problem olabilir.
            Çocuklar arasında adaletli davranmamız gereken en önemli konuların başında ise sevgi geliyor. Çocuklar bu konuda çok hassastır. Bizler farkında olamayabiliriz ama onlar en ufak bir hatamızı dahi kaçırmazlar. Burada ise büyük çocuklarımızı incitmemeliyiz. Çünkü küçükler daha fazla ilgi görür. Dengeyi çok iyi kurmamız bir mecburiyettir. Kız çocuklar kendilerini sevdirmeyi başarırlar. Bu onların yapıları gereğidir. Erkek çocuklar ise bunu beceremezler. İşte çocuklar arasında ki ince çizgi budur. Biz anne- babalar bu hususu asla göz ardı etmemeliyiz. Bazı ailelerde kızlara olan aşırı ilgi gelişim çağındaki çocuklarda kişilik bozukluğuna neden olabilmekte ve ilerde cinsiyet problemi yaşanabilmektedir. Erkek çocuk kızlara özenmekte ve onlar gibi davranabilmektedir. Bu durum oldukça ciddi bir problemdir ve buna sebep olan da ne yazık ki sorumsuz ailelerdir.
            Her konuda olduğu gibi çocuklarımız arasında da adaletli olmaya, sevgimizi onlara eşit olarak yansıtmaya çalışalım. Bu konuda kendimizi sorgulayalım lütfen…

4 Şubat 2009 Çarşamba

Hastalıklarımızın Farkındamıyız?

Hastalıklarımızın farkında mıyız? Hastalık diyorsam öyle hepimizin aklına gelenleri kastettiğimi sanmayın. Nihayetinde bir doktora müracaat eder ve yazdığı reçeteyi elimize alır, buna ilave olarak söylediği bir iki ayrıntıya da dikkat ettik mi şifa bulur sağlığımıza kavuşuruz çünkü. Bazen bu kadar basit olmaz ama. Ciddi rahatsızlıklarımız da olabilir. Bu durumda teknolojik imkânları kullanarak röntgenimizi çeker doktorlar. Bunları inceler ve ona göre bir tedavi uygularlar. Bu da yeterli olmaz bazen. Ameliyat kaçınılmazdır. Çaresiz uzanırız masaya ve kendimizi doktorların ellerine teslim ederiz. Sağlığımız söz konusu olduğu için, dalında en iyi olan, işinin ehli olan doktorları tercih ederiz ameliyat konusunda. Elbette bunda yadırganacak bir durum yoktur. Yaptığımız kesinlikle doğrudur. Çünkü sağlık büyük bir varlıktır. Cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman ne diyor?

“Yeryüzünde muteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Peki, bedeni hastalıklarımız dışında da hastalıklarımızın olabileceğini hiç düşündük mü? Toplumu çürüten, benliğimizi, şahsiyetimizi, onurumuzu yok eden, bizi kemirip duran hastalıklar… Eğer düşünmüşsek, bunları tedavi etmek için herhangi bir çabaya giriştik mi?
Hırs, kibir, kıskançlık, doyumsuzluk, kanaatsizlik, büyüklere saygısızlık etmek, küçüklerden sevgiyi ve şefkati esirgemek, sattığımız malın kusurlarını alıcıya söylememek, yalan söylemek, çalmak, kalp kırmak, iftira etmek, gıybet yapmak, çekiştirmek, haksız kazanç edinmek, vergi kaçırmak, devleti dolandırmak, devletin malı deniz… demek, suizanda bulunmak, bilgimizin olmadığı bir konuda ahkâm kesmek, yani bilgiçlik taslamak, küfretmek, sövüp-saymak, işimizi hakkıyla yapmamak, başkalarının hakkını gasp etmek, sorumluluklarımızı yerine getirmemek ve daha neler neler…
Bunların da bir çeşit hastalık olduğunu biliyor muyuz? Mutlaka biliyoruz ama ne gariptir ki, bu hastalıklardan korunmak veya kurtulmak için hiçbir çaba sarf etmiyoruz. Oysa insanı insanlıktan çıkaran hasletlerdir yukarıda saydıklarımız.
Bunlardan kurtulmanın çaresi ne olabilir? “Kişi, kendinin doktorudur.” derler. Galiba burada da aynı mantık söz konusu. Öncelikle istemek lazım. Biz kendimize dikkat etmez, bu hastalıklardan kurtulma çabası gütmezsek, bunun için bir adım dahi atmazsak, kokuşmuş dünyamız etrafında döner dururuz ki; ne kendimize ne içinde yaşadığımız topluma hiçbir faydamız olmaz. Oysa insan kendini düşündüğü kadar, milletini, devletini de düşünmeli, hatta onları kendinden daha fazla düşünmelidir. Geçmiş haftalardaki yazılarımızdan birinde sağlam bir toplum için ilk şartın sağlam bir aile yapısı olduğunu belirtmiştik. Ailenin, toplumlar için hayati önemini açıklamaya çalışmıştık. Bu gün ise sağlam bir aile için sağlam ruh yapısına sahip insanların olması gerektiğinden söz ediyoruz. Çürük temeller üzerine inşa edilen bir bina, nasıl ki bir müddet sonra sağından solundan deforme olmaya başlar ve nihayetinde yıkılmaya kadar gider, işte aile de böyledir.
Günümüzde ailelerin dağılmasında yaşanan artışlar korkunç denecek boyutlara ulaşmışsa bunun bir tek nedeni vardır. Hasta oluşumuz… Manevi hastalıklarımız… Bunlardan kurtulmak için çaba içinde olmamamız… Kurtuluş reçetelerini aramamamız…
Çünkü bu hastalıklar zahiri hastalıklarımız gibi değil. Bedenimiz acı içinde kıvranmıyor, eziyet çekmiyoruz, aksine nefsimize hoş geldiği için bunlardan kurtulma çabası içine girmiyoruz. Asıl eziyeti çekenin, zavallı ruhumuz olduğunu bilmiyoruz. Oysa nefsimiz ruhumuza asla galebe çalmamalı, üstün gelmemeli. “Sağlam karakter, sağlam vücutta bulunur.” vecizesinde, sağlam vücuttan kasıt  bedenimiz değildir. O bedene hayat veren ruhtur. Karakter yapısı sağlam olan bireyler olmak istiyorsak çözüm elimizin altındadır. Ne yapılması gerektiği de apaçık ortadadır…