11 Şubat 2011 Cuma

Aklama Paklama

     Son zamanlarda yeni bir moda türü peydah oldu. Belki çoğumuzun dikkatini bile çekmemiştir. Aslında modayı yakından takip eden bir millet olarak bunu nasıl atlamışız hayret. Yada işimize gelmedi de ondan mı göremedik?

    Her neyse… Farkında olsak da olmasak da bu modaya pirim veriyor ve ne yazık ki destekliyoruz.
12 Eylül döneminin hızlı solakları, devletin askerine, polisine kurşun sıkan teröristleri bu gün kalkmış bazı televizyon kanallarında dizi film adı altında kendilerini aklayıp paklayarak temiz göstermeye ve karşı cepheyi ise karalamaya dönük bir takım sanatsal işler çevirme peşindeler.

    Eee adamlar haklı! Milleti nasıl, neyle sömüreceklerini iyi biliyorlar. Bir iki duygusal öğe soktular mı işin içine gerisi kaymak gibi geliyor. Bizim milletimiz de oturup bu aslı astarı olmayan senaryoları bir güzel seyrediyor. Adamlar bakıyor ki bu işten iyi vurgun yapıyoruz. Hal böyle olunca peş peşe diziler ikiz, üçüz hatta dördüz olarak doğup duruyor.

Şimdi diyeceksiniz sana ne…
Evet bana ne…
Zıkkımın kökü. İzleyin durun, bana ne…
Uyuyun ey milletim! Nenni de söyleyelim de daha bir derin uyuyun. Gerçi ekran başında zaten uyuyorsunuz. O size yeter. Başkaca uyumak gerekmez.

Gelelim başka bir mevzuya.
Diziden çıkıp sinema filmine uğrayalım. Ne dersiniz uğrayalım mı? Siz seversiniz sinemada film izlemeyi değil mi?

Seversiniz seversiniz, hadi saklamayın.
“Recep İvedik 4” geliyormuş. Ne dersiniz eş, dost, arkadaş, çoluk, çocuk, kadın, kız, genç, yaşlı hep birlikte akın edelim mi sinema salonlarına? En çok izlenen film ünvanını kimseye kaptırmamalı “Recep İvedik”
Ne de olsa bedava küfür dinliyoruz değil mi? Bol bol belden aşağı muhabbete tanık oluyor ve içimizde bir yerlerde saklı duran duyguları tatmin ediyoruz.

Yahu küfür dinlemeye bu kadar meraklı bir millet daha var mıdır yeryüzünde?
Vardır…
Biri biz.
Peki öteki kim?
Öteki biz.
Nasıl oluyor demeyin. Biz hem biziz hem de biz olduğumuzu zanneden öteki biziz.
Anlamadınız mı?
Anlamazsınız tabi. Kafanızı uyuşturmuşlar. Yaprak dökümleri, Aşkı memnular, Fatmagüller, Bihterler ve daha neler neler…
Ne hale geldiğimizi şu ibretlik olayla noktalamak yerinde olacaktır.
Bir futbol maçı. Millet görünürde futbol seyrediyor ama aklı Bihter’de.  Nasıl mı? Şöyle:
Bir tribün bağırıyor:
Fatmagül’ün Suçu Ne?
Karşı tribün cevaplıyor:
Bir onu Bihter sandık…
Ahlaksızlığın o pis kokusu yaşam tarzımıza sinmiş de haberimiz mi yok, yoksa yaşadığımız gibi inanmaya mı başlamışız da onun bile farkında değil miyiz?
Takdir sizin…

Özgürlük İçimizde

Ellerinde yumurtalar, bir kısmının saçı uzun, sakallar biraz kısa. Şey gibi, hani şu meşhur devrimci… Neydi adı? Hani şu tişörtlerin üzerinde resmi vardır ya canım. Yahu dilimin ucunda ama bir türlü söyleyemiyorum.
-Che Guevara.
            Hah, işte o. Diline sağlık. Nerde kalmıştık? Hah tamam. Tıpkı Ce gevera gibi. Sordum. Derdiniz ne sizin? Ne dese beğenirsin? “Özgürlük istiyoruz.”
            – :) ))
            Haklısın Hüsnü, tıpkı bende senin gibi çok güldüm. Özgürlük istiyormuş… Dedim evlat, tutuklu musun ki özgürlük istiyorsun? Yan yan baktı önce. “Sen ne anlarsın moruk” cinsinden yani. İmalı imalı…
            Derken bir baktım yumurtalar, çürük domatesler havada uçuşuyor. Yahu ne oluyoruz, menemen partisi mi var? Adamı zor tıktılar arabaya. Alıp hızla uzaklaştılar ama bizimkiler yeteri kadar oturma özgürlüğüne sahip olmamalılar ki bu sefer kapının önünde tüneyip kaldılar. Oranın en yetkili amiri… Bak, onun da adını unuttum. Vektör, yada sektör gibi bişeydi.
-Rektör, rektör.
Hah tamam, rektör işte. Polise demiş; “Bunları kaldırın buradan, üniversitemde böyle densizliğe müsaade edemem.” Bir baktım ortalık polis kaynıyor. Alıp ekip otolarına bindirmek istiyorlar ve lakin istemekle oluyor mu? Gönüllü gelmezse yaka paça, karga tulumba… Yahu polisin işi de zor be Hüsnü.
Her neyse, bizimkiler kol kola kenetlendiler, yattılar yerlere. Birini tutup kaldırsan ötekiler peşine sürüklene sürüklene… Yok yok, polisin işi hakkaten zor Hüsnü.
İçimi asıl yakan ne, biliyor musun Hüsnü? Bu gencecik beyinler bu yollara niye meyleder? Niçin derslerine çalışıp bir an önce okulunu bitirip vatana hizmet etmeye uğraşmazda, böyle polise, vekile, devlet ekranına…
-Ekran değil, erkân.
Ney?
-Erkân, erkân.
Canım o kadar dilimiz döndü yeter. Erkân, merkân, karıştırma şimdi. Niye onlara yumurta atar, ne dediklerini anlamadığım şeyler bağırır.
-Slogan.
Ne gan ne gan?
-Slogan, slogan.
Yahu Hüsnü! Sen nerden biliyorsun bu kadar şeyi?
-Okuyorum abi, bir de gündemi takip ediyorum. Yılda bir kitap olmasa bile en azından yarısını kesin bitiririm. Sonra, bizimkilerin maçını takip eden gün mutlaka gazeteye göz atarım.
Ulan biz de okuduk ama baksana hiçbir şeyden haberimiz yokmuş meğer…
Hüsnü!
-Buyur abi.
Yoksa bazı günler posta gözümden gazetemi sen mi aşırıyorsun?
-Estağfurullah Necati abi!
Eğer gazetemi aşıranı bir bulursam Hüsnü…
Neyse, oturdum gençlerden birinin yanına. Dedim, evlat! Ayakkabıların markası Adidas. Kıçındaki pantolon kot. Hani şu Amerikan kovboylarının giyindiği cinsten…
“Ne olmuş” demesin mi? Ne olmuşu var mı yahu? Sen kalkıp emperyalizme karşı bayrak açacan, ama ayağında ve kıçında emperyalist dediğin ülkelerin malzemelerini taşıyacan. Sen söyle Hüsnü, odlu mu şimdi bu.
-Olmadı Necati abi.
Dedim, gel seni Küba’ya göndereyim. Bütün masraflar benden. Git orda yaşa. Tam senin istediğin gibi özgürlük var orda.
-Olur mu Necati abi. Küba daha düne kadar cep telefonunun bile yasak olduğu bir ülkeydi.
Canım anla işte Hüsnü. Sen de cahil cahil konuşup canımı sıkma şimdi…
Neyse boş ver Hüsnü. Bu haftaki maç ne olur sence?…

Bana Eskiyi Verin

    Kokusu onlarca metre uzaktan duyulan, içleri kan kırmızı, etli, hormonun h’sinden uzak o eski domatesleri… Ve koparılırken, yine etrafa eşsiz kokular yayan deforme olmamış yeşil-sarı karışımı salatalıkları, veyahut nam-ı diğer hıyarları. Hele bir de komşunun bahçesinden aşırmışsan vay anam vay! Yemeye bile kıyılmaz…

    Büyük bir iştahla ısırırken, içinden kurt çıkan ve tükürüp daha dikkatli yediğimiz, ilaçla, hormonla desteklenmemiş, tabiri caizse  namahrem eli değmemiş, tadına doyulmayan mayhoşuyla, tatlısıyla kan kırmızı elmaları.

    Çocukluğumuzun kaybolup giden masumiyeti gibi o lezzetli meyve ve sebzeler de yok olup gitti ne yazık ki. Şimdilerde pazarda ve manavlarda albenisi öylesine fazla olan bu ürünleri görünce eskiyi hatırlamamak mümkün değil. Görünüşleri hoş, içleri boş…

    Özlüyorum…

    Ramazan aylarında, neredeyse sahura kadar köyün sokaklarında cirit attığımız, polis-hırsız oyunu oynadığımız, acıkınca rengi yeşile dönmüş, bir çoklarının bayat, küflü diye yemediği, oysa kazara yedikten sonra parmaklarını dahi yalayacak hale geldiği kuru peyniri, tandırda pişmiş köy ekmeği ile dürüm yapıp doyasıya yediğimiz o güzel günleri.

    Özlüyorum…

    Fatmagül’ün henüz suçunun olmadığı, yaprakların dökülmeyip dallarında kaldığı, kurtların dağlardaki yerlerini terk edip vadilere inmediği günleri de özlüyorum.

    İngilizlerden sekiz, Macarlardan altı yediğimiz günleri bile özlüyorum. Coşkun Özarı hocanın, sıkıntıdan sigarayı ters taraftan yaktığı ve yenen her golden sonra yüzüne yansıyan çaresizlik ifadesini dahi özlüyorum.
İnsani değerlerimizin henüz alabora olmadığı, komşunun komşuyu ziyaretinin sıkça yaşandığı, beyazcamın evleri esaret altına almadığı, sanal dünyanın sahte kahramanlarının henüz revaçta olmadığı, hangi kanalı izlesem diye bir derdimizin olmadığı ve tek kanalın bize yetip de arttığı günleri…

    Öğretmenimizden dayak yediğimiz günleri bile özlüyorum. Ayağımızda kara lastik, paçamızda beli lastikli naylon pantolonla okula gittiğimiz, bir lise kazanacağım diye anamızdan emdiğimiz sütün burnumuzdan getirilmediği o eski yılları… Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzu, gençliğimizi…

    Kağnı dediğimiz “Öküz Arabası”nın, demir çerçeve ile sarmalanmış odundan tekerleklerinin ta uzaklardan bile duyulan kesintisiz gacır gucur seslerini…

    Biçilen çayırların yüzlerce bağ otunu taşırken, atlarımızın sırtında kendimizi Kara Murat veya Tarkan sandığımız o eski günleri çok özlüyorum.

    Dutlar olgunlaşıp dallardan akmaya başladığında rızıklanmak için uzak diyarlardan gelen göçmen kuşlarının ciyak ciyak ötüşlerini…

    Mahalleler arası maçlarda giyinip hava basmak için, gariban diliyle büyük kulüplere “Bize forma gönderin” diye yazdığımız mektuba cevap gelmeyeceğini bildiğimiz halde “Umut fakirin ekmeği” misali sabırla beklediğimiz günleri çok, hem de çok özlüyorum…

Sitemim bilim insanlarına…
Artık şu zaman makinesini icat edin…
Çünkü bu sahte dünyanın iki yüzlü halinden bıktım, yoruldum, usandım.
Geçmişe gitmek istiyorum…
Çocukluğumu istiyorum…

20 Ocak 2011 Perşembe

Evimizdeki Tehlike

Devletleri yönetenler, toplumları idare edenler, tarih boyunca silahlanmışlardır. Günümüzde bu durum bütün haşmetiyle ve aklımızın almayacağı boyutlarda büyük bir hızla devam ediyor. Üstelik bunu yapanlar düşmanca bir hesap peşinde olmadıklarını, amaçlarının barışçıl olduğunu ileri sürerek yapmaktadırlar bu işi. Bir bakıma doğru olabilir bu söz. Haklılık payı vardır mutlaka. Elinde bulunan silah sana karşı düşmanca hesaplar peşinde olan birilerini caydırıyorsa ve seni muhtemel bir felaketten koruyorsa o zaman elbette haklısındır. Hatta bu konuda Peygamber (s.a.v) Efendimiz, düşmanın silahıyla silahlanılması konusunda uyarıda bulunuyor. Yani silahı bulundurma amacı kendini korumak ve barışı sağlamak ise ne âlâ, değilse felaket her an kapını çalabilir ve çalıyor da…
 Her neyse! Bizim işimiz silahla, silahlanmayla değil. Bu örneği, eldeki imkânlar iyi veya kötü yönde kullanıldığında meydana gelebilecek olayları daha iyi anlayabilmemiz adına verdik. Bizim işimiz insanla, onun iyi yetişmesiyle, eğitimiyle…
Silah deyince aklımıza herkesin malumu olanlar geliyor. Saymaya bile gerek yok. Peki, hiç düşündük mü? Acaba bunların dışında da silahlar var mı? Düşünmemiş olabiliriz, hatta buna gerek dahi görmemiş olmamız muhtemeldir. Belki de gözümüzün önünde oldukları için, her gün onlara dokunduğumuz, her gün onlarla haşır-neşir olduğumuz için düşünmek aklımıza gelmemiştir.
Şaşırmadığınızı biliyorum. Çünkü neyi kastettiğimi anladınız. Hepimizin evine, işyerine kadar girmiş olan televizyon ve bilgisayar...  Günümüz dünyasında vazgeçemeyeceğimiz iki silah! Birer el bombası veya tahrip gücü yüksek birer mayın… İkisinden de en verimli şekilde faydalanmak bizlerin elinde. Tabii gaflete düşüp pimlerini çeker veya üzerlerine basarsak, ya kolumuzu-bacağımızı koparıp atar, ya gözümüzü kör eder, ya da…
Unutulmamalıdır ki toplumların yıkımı sadece topla, tüfekle olmuyor. Tarih sahnesinden çekilmiş nice devletler vardır ki; kendi içlerindeki karmaşadan, ahlâk çöküntüsünden veya kültür yozlaşmasından dolayı yıkılıp gitmişlerdir. Öz benliklerini kaybetmişler, başkalaşmışlar ve asıllarını unutmuşlardır. Bunlardan belki çok az bir kısmı ayağa kalkabilmiş ve günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Bunu başarabilenlerden biri de Türk milletidir. Şükürler olsun ki bizler, tarih boyunca birçok kez  yıkılmamıza rağmen bir yenisini kurarak ayağa kalkmayı başarmışız. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmazsa tekrarının olmayacağını kim garanti edebilir?
Biz, silahla yıkılacak milletlerden değiliz. Bunu bildikleri için değil mi hücrelerimize kadar girip bizleri başkalaştırmaya, hissizleştirmeye gayret ediyorlar. Ellerindeki bütün imkânları seferber ederek sabırla ve acele etmeksizin, sindire sindire üzerimize geliyorlar.
Özellikle internet, hayatımıza girdikten sonra daha farklı bir boyut kazandı bu savaş. Burada unutulmaması gereken çok önemli bir ayrıntı var ki, belirtmeden geçemeyiz. Televizyon ve internet, toplumları yıkmak amacıyla icat edilmiş değildir. Böyle bir şeye ihtimal dahi veremeyiz. Hatta bunu iddia etmek son derece gülünçtür. Ancak bu iki mükemmel icadın, toplumlar üzerindeki etkisini görmezden gelmek de imkânsızdır.

**
*

Bu kadar sözden sonra asıl konumuza girelim artık ve şöyle sakin bir kafayla düşünelim lütfen. Evimizdeki bu cihazları amacına uygun kullanıyor muyuz? Onların, çocuklarımız için faydalı olmasına çalışıyor muyuz? Yoksa pimlerini çekip ellerine mi veriyoruz? Eğer öyleyse acınacak bir haldeyiz ne yazık ki. Her anne baba her konuda olduğu gibi televizyon ve internet konusunda da üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmek zorundadır. Hatta diğerlerinden daha öncelikli olarak yapmalıdırlar bunu. Çünkü amacına uygun kullanılmayan bu iki mükemmel teknoloji harikası, öldürücü bir virüse dönüşebilir ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir.
Ne yapacağız peki? Evimize sokmayacak mıyız? Böyle bir davranışa kalkışmak öncelikle kendimizle çelişmek olmaz mı? Hani, ilim Çin’de de olsa arayıp bulmamız gerekiyordu! Teknolojiye uzak durmak başımızı kuma gömmekle eşdeğerdir. Biz devekuşu değiliz. Biz insanız ve insan olmanın gereği de gelişen, değişen dünyaya, teknolojiye ayak uydurmaktır. O halde geriye bu teknolojiyi amaca uygun kullanmak ve ondan en verimli şekilde faydalanmak kalıyor.
Sorumluluk sahibi anne babalar çocuklarının iyi yetişmesini istiyorlarsa akşamları televizyon karşısına geçip çocuğun psikolojik, ruhsal ve sosyal gelişimine en ufak bir katkısı olmayan programları izlememelidirler. Şiddet içerikli, olumsuz davranış oluşturabilecek ve cinselliğin ön planda olduğu programlar, çocuklar için pimi çekilmiş birer el bombasından veya üzerine basılmış birer mayından farksızdır. Bu programları izlemek kimsenin kolunu, bacağını kopartmaz, sakat bırakmaz elbette ancak, çocukların ruhundan bir şeyler koparacağı da muhakkaktır. Seçici olmak zorundayız. Kimse kafamıza silah dayayıp o programları zorla izletmiyor. Kendi nefsani arzularımızı tatmin etmek uğruna çocuğumuzu heder ettiğimizin farkında değiliz maalesef. Biliyorum bu satırlar ağırımıza gidiyor. Kabullenmek istemiyoruz hatta kızıyoruz. Oysa tek yapmamız gereken seçici olmak ve fedakârlıktan kaçmamak. Televizyonda o kadar mükemmel programlar var ki, tüm aile fertlerinin oturup rahatça izleyebileceği ve gelişimimize katkısı olan programlar…

**
*

            İnternet… Günümüzün olmazsa olmazlarından. Ortadan kalktığını düşünmek bile korkunç. Hayatın her anına sirayet etmiş sanki. Hayatımızı kolaylaştıran ve bir o kadar da esaret altına alan devasa bir icat. Aslında “kendimizi esir ettiğimiz” demek daha doğru olacaktır. Tıpkı televizyon gibi hatta ondan da tehlikeli olabilecek bir canavar… Çocuklarımızın saatlerce bilgisayar başında kalması, internette gezmesi, tozması, oynaması, zıplaması…  Bütün bunları yaparken girip-çıktığı, oturup soluklandığı yerler… Oynadığı bir oyuna kendisini kaptıran ve etkisini sürekli üzerinde hisseden çocuklarımız… Bu arada fiziki rahatsızlıkları saymıyorum bile. Çocuğun eline bilgisayar vermek marifet değildir. Marifet onu amaca uygun kullanmasını sağlamaktır.
Sanal alemde yaşayan, mongollaşan, hissizleşen, bananeciliği adet edinen, gerçek dünyadan kopan çocuklar yetiştirmeyelim lütfen!

3 Ocak 2011 Pazartesi

Evdeki Bulgurdan Olmak

Hepimiz biliriz bu atasözünü. Ağızdan ağza farklı söylense de, ne ifade edilmek istendiği hemen anlaşılır. Atasözüne konu olan kayıplar çoğunlukla maddi olsa da, öyle zaman ve anlar gelir ki, bu kayıplar maddiyatla ölçülemez, telafisi mümkün değildir, geri kazanmak çok zordur, belki de imkânsızdır.
Bu hataya düşebilir insan. Nitekim düşüyor da. Örneklerine sık sık rastlamak mümkün. Adına ister aç gözlülük, ister bencillik, ister cahillik; ne derseniz deyin fark etmez. Daha fazla kazanmak, daha çok mala sahip olmak için ruhumuza sirayet etmiş hırs tutkusu ile habis bir ur arasında hiçbir fark yoktur. Ruhumuzun kanseri de hırstır. Eğer olumsuz yönde gelişirse, esir aldığı insanı geri dönülmez bir felakete sürükleyeceği tartışmasız bir gerçektir. Ancak, hırsımızı menfi yönde kullanırsak bu hem bize hem çevremizdekilere büyük yararlar sağlayacaktır.
Çocukları, derslerinde başarılı olmalarını sağlamak amacıyla hırslandırmak; sporcuları müsabakalar öncesinde hırslandırmak vs. elbette ki gerekmektedir. Çünkü amaç başarmaktır, kazanmaktır. Bunda bir problem söz konusu olamaz, ancak hırs tutkusu bencilliğe ve sadece şahsi çıkarlar elde etme gayretine dönüşürse o zaman ortada büyük bir sorun var demektir.
Başkalarına zararı dokunacak davranışlardan kaçınmak, isteklerden vazgeçmek, düşüncelerden sıyrılmak gerekir. “Onun var, neden benim yok? O başarılı, neden ben değilim? O takdir ediliyor ben neden edilmiyorum?” gibi düşünceler hırsımızın bize kurduğu tuzaklardır. Oysa şu şekilde düşünmek daha doğru bir yaklaşım değil midir? “Eğer çalışırsam kazanabilirim. Başarılı olmak istiyorum, bu nedenle gayret etmeliyim. Beşeri münasebetlerimi hep sıcak tutmalı, insanların benim hakkımdaki olumlu düşüncelerini sarsacak davranışlar sergilememeli ve onların takdirini kazanmaya çalışmalıyım.”
Görüldüğü gibi ikinci düşünce şekli çok daha sağlıklıdır. Şahısları hedef almadığımız, onları kendimize düşman görmediğimiz, karşımızdakileri suçlamak yerine hatayı kendimizde aradığımız ve bunu düzeltme yoluna gittiğimiz davranış biçimleri, hırsımızı menfi yönde kullanmaya güzel bir örnektir.
Ülkemizin geleceği olan çocukları, gençleri kuru bir hırs sahibi olmak yerine hedefi olan, sorgulayan, hedefe ulaşma yollarını öğrenen ve bu yolda karşılaşılabilecek problemleri çözme kabiliyeti kazanan, hırsını, enerjisini bu amaçla harcayan bireyler olarak yetiştirmek her anne-babanın, her eğitimcinin görevidir.
İnsan, sahip olmadıklarıyla kendini heder etmemeli, elindekilerle mutlu olmaya çalışmalıdır. Teknolojinin bütün imkânlarının kullanıldığı lüks bir otomobil, her odası en güzel mobilyalarla donatılmış lüks bir konut veya ücreti dolgun rahat bir işe sahip olmak istemek makul karşılanabilir. Ancak bu isteğimiz bizi esaret altına alıyor ve mutsuzluğumuza neden oluyorsa oturup düşünmemiz gerekir.
Oysa başını soktuğun bir evin, ayaklarını yerden kesen bir aracın ve kimseye muhtaç bırakmayan bir işin var senin. O halde bu hırs niye? Bu doyumsuzluk neden? Atacağın yanlış bir adımın, yapacağın yanlış bir hamlenin sonuçlarını tahmin edebiliyor musun? Daha fazlasını isterken ve bunu elde etmek için yanlış bir yol seçerken, hırs denilen o sihirli gücü yanlış kullanma yoluna gidiyorsan, neticelerine de katlanmak zorundasın, elindekilerden de olabileceğini düşünmek zorundasın.
Elbette başta da belirttiğimiz gibi bu kayıplar sadece maddi olmuyor. Asıl önemli olan manevi kayıplarımızdır. Yanlış duygu ve düşüncelerimizin peşinde gider ve bunda ısrar etmeye devam edersek, başta onurumuz ve kişiliğimiz olmak üzere tüm mukaddesatımızı, tüm güzel değerlerimizi yitiririz ki; bu kayıp hiçbir maddi unsur ile ölçülemez.
Nitekim aşağıdaki örnek, bu durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Elindekiyle yetinmeyip, başkalarının sahip olduğuna sahip olabilmek için gözünü hırs bürümüş bir insan…

***
-Bu gün hava yine çok güzel. Gökyüzü pırıl pırıl. Kuş sürüleri havada uçuşup duruyorlar ve zaman zaman yere konup tekrar havalanıyorlar. Deniz o kadar güzel ki; sanki büyük bir düzlüğün üzerine örtü çekilmiş gibi… Masmavi bir örtü… O çocukla annesi parka geldiler yine. Çocuk salıncakta sallanıyor ve bundan çok büyük bir keyif alıyor sanki… Simitçi ve ayakkabı boyacısı da her zamanki yerini aldı. Şu genç aşıklar vardı ya hani! Bankın üzerinde koyu bir sohbete giriştiler. Bir zamanlar biz de öyleydik, değil mi üstadım? Galiba deniz kıyısına yeni bir çay bahçesi yapılıyor… Sana söz veriyorum; iyileşir iyileşmez seninle o çay bahçesine gidip şöyle okkalı tarafından birer çay yudumlayacağız. İtiraz istemem, çaylar benden ha! Anlaştık mı üstat?
Bu ve buna benzer daha nice sözler pencere kenarındaki yatakta yatan hasta tarafından hemen her gün söylenip durur. Hastane odasındaki iki hastadan biridir o. Yaşları epey ilerlemiş iki hasta insan… Duvar kenarında yatan ve durumu kendisine göre biraz daha ağır olan oda arkadaşına moral vermektedir bu sözleriyle. Çünkü arkadaşının yatağı, konum itibariyle dışarıyı görmeye imkân tanımamaktadır.
Günler birbirini kovalar durur ve nitekim pencere kenarında yatanın durumu ağırlaşır. Bağlı olduğu cihazın sinyalleri ötmeye başladığında odada ikisinden başka kimse yoktur. Duvar kenarında yatan diğeri hemen yanında bulunan ve görevlilere haber vermeye imkân tanıyan alarm düğmesine dokunabilecek durumda olduğu halde, kılını bile kıpırdatmaz. Hatta arkadaşının ölüyor olması sanki umurunda değildir. Sinyaller giderek zayıflar ve…
Her gün kendisine moral vermeye çalışan arkadaşı yoktu artık. İstediği olmuştu nihayet. Artık pencere kenarındaki yatağa geçebilecek ve ölen arkadaşından duyduğu olayları gözleriyle görebilecektir. Ne büyük keyif alacaktı kim bilir, dışarıyı seyrederken.
Bir süre sonra odaya görevliler girerler ve durumu hemen fark ederler ancak iş işten geçmiştir. Hemen diğerine dönerler. Horul horul uyuyordur, daha doğrusu uyuyormuş gibi davranıyordur. Çünkü uykuda olduğu için ona neden haber vermediğini sormayacaklardır.
Haftalardır aynı odayı paylaştığı arkadaşının cansız bedenini odadan çıkarırlar. Yeni bir hasta gelmeden pencere kenarındaki yatağa geçmenin hesabını yapmaya başlar ve görevlilerden rica eder.
-Acaba beni o yatağa alabilir misiniz?
İsteği kabul edilir. Artık dışarıyı doyasıya seyredecek ve ömrünün kalan kısmını hiç olmazsa bu şekilde geçirecektir. Heyecanı doruğa çıkmıştır. Birkaç saniye sonra bu isteğine kavuşacaktır.
Görevliler işlerini bitirip odadan çıkarlar. İşte nihayet isteğine kavuşmuştur. Yatağında ağır ağır doğrulur ve başını cama yaklaştırır. Tek gördüğü, pencereye uzaklığı üç-dört metre mesafede siyaha boyanmış koca bir duvardır.

***

Şimdi siz söyleyin lütfen! Bu kayıp, hangi maddi unsurla ölçülebilir? Bizler de farkında olmadan nice siyah duvarları seyrettiğimizin farkına ne zaman varacağız?

1 Ocak 2011 Cumartesi

Çocukları Korkutmak

Bu haftaki yazımızda, çocuğun gelişimini olumsuz etkileyen, onu bizden ve kutsal varlıklardan soğutan ve ne yazık ki anne babalar tarafından sık başvurulan “korkutma” konusunu ele alacağız.
           
***
“Rahat dur, otur yerine, yeter artık!  Eğer bir daha yaparsan… Akşama baban gelsin… Bak!  Böyle yaparsan Allah seni cehennemde yakar! Seni odaya kapatayım da gör gününü. Orada öcüler var.”
Ve daha neler neler.
Hepiniz duymuşsunuzdur bu sözleri. Kimler tarafından kimlere söylendiğini de biliyor olmalısınız. Belki bir kısmı anlayışla karşılanabilir, ancak içlerinde öyleleri var ki… Sonuçlarının neler olabileceğini düşünmeden öfkeyle veya acziyet içinde söylenmiş olan sözler. Sonuçlarının neler olabileceğini düşünmeden, hesaba katmadan…
Çocuklar, yaşlarının ve içinde bulundukları ruh hallerinin gereği olarak zaman zaman aşırılığa kaçabilirler. Tabii bu aşırılık bize göredir. Çocuk, yaptığının aşırıya kaçtığını bilemez. O, sadece yaptığından zevk alma uğraşı içerisindedir. Ona göre her yol mubahtır. Evin içinde top oynarken ampullerin, camların veya herhangi bir eşyanın kırılabilme ihtimalini dahi düşünmez. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün tabiî ki.
Çocukların dünyası farklıdır. Onları anlayabilmek için onların dünyasına girmek, onların penceresinden bakmak, onların seviyesine inmek gerekir. Bunu başarabilirsek çocuklarımızı geleceğe daha iyi hazırlama imkânı bulmuş olacağız. Bir şeyi yapmak zor, yıkmak kolaydır. Çocuk yetiştirmek de muhakkak ki zor olanlardandır. Onların iyi bir şekilde yetişmesini sağlamak için kendimizden fedakârlık edeceğiz, onlara yeteri kadar zaman ayıracağız, sabırlı olacağız ki hedefimize ulaşabilelim. Aksi takdirde, yani kolay olanı seçtiğimizde telafisi mümkün olmayan sonuçlara kendimizi hazırlamaktan başka bir seçeneğimiz kalmayacaktır.
Nedir kolay olan? Çocukları korkutarak başımızı şişirmelerini önlemek mi? Peki, bunu nasıl yapacağız? Çocukları nasıl korkutacağız ki yaramazlık yapmasınlar? Yerlerinde rahat durup büyük insanlar gibi davransınlar! Çok kolay, inanın çok kolay! Mesela çocuğu “baba” ile korkutmaya başlayabiliriz. Çocuğu tarafından bunaltılan anne sabırsız ise, bilinçsiz ise hemen:
“Baban gelsin, yaptıklarını anlatacağım. Seni iyi bir haşlasın da bak bakalım beni üzmek neymiş?” diyecektir. Söylediği bu sözlerin, çocuğun babaya olan sevgisini, saygısını azaltacağının farkında değildir ne yazık ki. Ya da başka bir seçenek olan “öcü” imdadı! Annelerin sık sık başvurduğu yöntemlerden biridir bu. Çocuğu, odasına veya evin herhangi bir bölümüne kapatarak bir süre sakin bir ortama kavuşabilir anne, ancak evladının ruhunda nasıl bir tahribat meydana getirdiğini düşünmez. Tek başına kapalı ortamda bırakılan bir çocuğun -özellikle bu durum sık yaşanıyorsa- nasıl bir halet-i ruhiye içerisinde olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Üçüncü bir korkutma şekli daha vardır ki; çocuklarını ateist veya dinden uzak yetiştirmek isteyen anne-babalar için bulunmaz bir yöntemdir! Zaman zaman şahit olduğumuz, bazen müdahale ettiğimiz bazen de bu fırsatı bulamadığımız bir durum ne yazık ki.  Sizlerinde tahmin ettiği gibi, Allah ile korkutmaktır bu en müthiş yöntem!
Çocuk yalan söyler, (bunun farkında bile değildir, yalanın ne olduğunu dahi bilmez) “Allah yakar, sakın bir daha yalan söyleme.” Çocuk yaramazlık yapar, “Anneni üzersen Allah seni cehenneme atar.” türünden sözler en can alıcı ve çocuğu sindirici sözlerdir! Ateşten kim korkmaz?  Çocuk sustu, çocuk tırstı, çocuk kabuğuna çekildi. Belki amacımıza ulaştık ancak onu nasıl bir felakete sürükledik farkında bile değiliz, değil mi?  
“Beni yakacak olan bu Allah’ta kim? Neden beni yakıyor? Madem beni yakıyor, o zaman onu sevmiyorum.” diyen bir çocuğa hak vermemek mümkün mü?
Sabır, sabır, sabır… Buna mecburuz, çocuğumuz için, onun geleceği için, ilerde vatana, millete, ailesine ve kendisine faydalı bir insan olması için buna mecburuz. “Böyle gelmiş böyle gider.” mantığını bırakmamız gerekir. Sorumluluklarımızın farkında olmamız ve onları yerine getirmemiz gerekir. Sorumluluktan kaçmak, zayıf karakterli insanlara mahsus bir durumdur. Kendi çocuğuna karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen bir insan topluma karşı sorumluluklarını yerine getirir mi? Topluma faydası olmayan bir fert,  cihana hükmetse ne çıkar? İnsanlığı felakete sürükleyen nice insanlar vardır ki; tarih bunları tozlu yaprakları arasına kaydetmiştir. Oysa onlar da bir zamanlar çocuktu ve her çocuk gibi masumdular. Neden birer canavara dönüştüler peki? Neden masumiyetlerini koruyamadılar? Tertemiz olan ruhlarını, kalplerini neden kirlettiler?
Tarih, tam tersi insanları da kaydetmiştir. Onlar diğerlerinin aksine tozlu sayfalar yerine altın sayfalar arasında almışlardır yerlerini. İnsanı var eden yüce kudret insana “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” diyorsa, yani iyiliği, güzelliği, doğruluğu istiyorsa insandan, insanlar arasındaki bu tezat neden?
Binanın temeline indik yine. Çünkü sorun orada, sıkıntı orada. Ailede yani. Sanki şöyle dediğinizi duyar gibiyim.
            “Toplumun hiç mi etkisi yok? Tek suçlu aile mi?”
            Ben de size şu cevabı veriyorum. Sizin, toplum dediğiniz nedir? Ailelerden oluşan bir yapı değil midir?
Yazımızda hep annelere yüklendik. Sanki bütün suç onlarınmış gibi. Hayır! Bu kesinlikle doğru değil. Anneler kadar babalar da sorumludur çocuklarının eğitiminden, terbiyesinden. Çocuk eğitiminde anneye düşen görevler farklıdır, babaya düşenler farklı. Babanın yapması gerekenleri anneler üstlenmek zorunda kaldıkları için suçun çoğu babalardadır belki.
Çocuklarımız bizlerin geleceğidir. Onları yetiştirmenin bir bedeli vardır. Bu bedel sorumluluktur. Sorumluluklarının farkında olan anne-babalar olmamız dileğiyle…